‘İsimsiz’ başlıklı Koç ana sponsorluğundaki 12. İstanbul Bienali’ni nihayet gezebildim. Hakkında çok şey yazıldı çizildi ama ben biraz da kendi izlenimlerimi yansıtmak istiyorum.
‘İsimsiz’ ismi nereden geliyor?
12. İstanbul Bienali başlığını, Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres (1957-1996)’in kendi yapıtları için kullandığı adlandırma biçiminden alıyor. Felix Gonzalez-Torres yapıtlarını bilinçli olarak önce İsimsiz (Untitled), daha sonra da parantez içinde bir açıklamayla sunmasıyla ünlü. Amaç izleyiciyi şartlamak ve yönlendirmek yerine onu düşünmeye ve yorumlamaya itmek. Gonzales-Torres’e göre ‘çünkü anlam daima zaman ve mekanda değişkendir’. Aynı zamanda ‘İsimsiz’ başlığı bugün birçok sergi ve bienalde sıkça karşımıza çıkan ‘Untitled’ eserlere bir eleştiri niteliği taşıyor. Öyle ki bazen karma sergilerde bu tip eserleri serginin ana temasıyla bağdaştıramıyoruz bile.
Neden Felix Gonzalez-Torres?
Bienalin bu seneki küratörleri Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa. Küratörler, 2 senelik hazırlık sürecinden evvel Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşen ‘İstanbul’u Hatırlamak’ adlı bir konferansa katılıyorlar. Bu konferans süresince önceki bienallerin küratörleri ve bienale daha önce katılmış bazı sanatçıların konuşmalarından onların deneyimlerini ve bienalle kurdukları ilişkiyi analiz ediyorlar. Görüyorlar ki daha önceki küratörler mekan, tarih, kimlik, siyaset ve kentlilik fikirlerinin üzerinden gidip sanat eserleriyle İstanbul’un kültürel ve sosyoekonomik yapıları arasında bağ kurmuşlar. Hoffmann ve Pedrosa, İstanbul ve bienal üzerine nasıl ilişki kurabileceklerini düşünürken başka bir kaotik şehir New York’ta yaşamış ve çalışmış bir sanatçıdan ilham alıyorlar: Felix Gonzales-Torres.
Gonzales-Torres başlı başına bir yazı konusu. O yüzden kısa keseceğim. 1957’de Küba’da doğuyor. 1970’de kızkardeşiyle birlikte Madrid’de bir yetimhaneye gönderiliyor. Ertesi sene Puerto Rico’da akrabalarının yanında yaşamaya başlıyor ve sanat üzerine eğitimine başlıyor. Sorunlu bir çocukluk ve ilk gençlik döneminden sonra 1979’da New York’a taşınıyor ve sanat eğitimine burada devam ediyor. Minimal enstalasyonları ve heykelleriyle tanınıyor. Onu en çok etkileyen partneri Ross Laycock’un AIDS’den ölümü oluyor ve 1991’de ünlü eserlerinden ‘Untitled’ı (boş bir yatağın monochrome fotoğrafı) New York’un 24 ayrı noktasında billboardlarda sergiliyor. (Not: Bunca eserinin arasında özellikle bundan bahsetmemin sebebi benim en çok onun Ross’a olan aşkından etkilenmem. Bir röportajda ‘Sizin hedef kitleniz kim?’ diye sorduklarında ‘Sadece Ross’tu’ diyebilecek kadar sevmiş biri o.)
Eserleri New York’ta önemli galerileri ve müzelerinde sergilenmiş ve halen sergilenmekte. 1996’da kendisi de AIDS’e bağlı komplikasyonlardan dolayı hayatını kaybediyor. 2001’de Sotheby’s müzayedesinde ‘Untitled’ (Aparicion) adlı eseri 1.6 milyon $’a alıcı buluyor.
12. İstanbul Bienali için geçen senelerden farklı olarak sadece Antrepo 3 ve Antrepo 5 kullanılmış. Çok da iyi olmuş. Oradan oraya gitmek durumunda kalmadık. Zaten tüm bienali bir günde gezmek oldukça yorucu. Algılamak için bir hayli çaba sarf ediyorsunuz. Belli bir yerden sonra kafanız patlıyor!
Küratörler mekanı da dönüştürmek istemişler ve Ryue Nishizawa Mimarlık Ofisi’yle çalışarak koskoca alanı alüminyum duvarlarla 61 odaya bölmüşler. Aralarında da geçiş için boşluk bırakmışlar. Aslında bu haliyle sokakları ve mahalleleri olan bir şehre gönderme yapılıyor. Mekanlar oda oda ayrılmış ama aynı zamanda iç içe geçmiş. Bir oraya bir buraya deli gibi girip çıkıyorsunuz. Kendinizi bilmediğiniz bir şehirde kaybolmaya ve keşfetmeye bırakıyorsunuz. Kendi deneyiminizi yaşıyorsunuz.
Bienal 5 karma sergi ve 50 kişisel sergiden oluşuyor. Karma sergiler, tema başlıklarını Gonzalez-Torres‘in eserlerinde almış. Tema başlıkları şu şekilde: İsimsiz (Soyutlama), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih) ve İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm). Bu karma sergilerin çevresindeki odalarda da yine konuyla ilgili kişisel sergileri görüyoruz. Hepsi bir şekilde birbirine bağlanıyor. Ana temanın altındaki yan temalar gibi.
Ben neyi sevdim?
Bienalde Gonzalez-Torres’in kendi eserlerini görmüyorsunuz. Sadece konu başlıkları ve konuyla ilgili duvar yazıları var. Ben en çok İsimsiz (Ross) adlı bölümden etkilendim.
Öncelikle söylemeliyim ki ben sanatın siyasetle karıştırılmasını sevmiyorum. Günümüzde sanat, politik söylemler, siyasi fikirlerin dışa vurumu ve savaşa karşıt duruş için sıkça kullanılsa da ben bunu görmekten hoşlanmıyorum. Kesinlikle bu temalarda çok etkili işler yapılıyor, buna asla karşı çıkamam. Ama benim için ‘sanat ve siyaset’, ‘din ve devlet’ işinin ayrılması gerektiği gibi ayrılmalı işte. Bana göre sanat, estetik ve güzellik demek. Hayatın gerçekleri zaten kötü ve acımasız, bırakın bari hayaller ve yansımalar pembe olsun!
İkinci sebebi de Gonzales-Torres’in, Ross’a olan büyük aşkına hayran kalmış olmam. Ross, sanatçının sevgilisi ve 1991 yılında AIDS’ten hayatını kaybediyor. Sanatçı erişkin bir erkeğin ideal kilosunun 80 kg. olduğunu varsayarak bu miktarda şekeri bir odaya yığıyor. Bu bir enstalasyon ve şekerler ‘Ross’u sembolize ediyor. İzleyicilere şekerleri yiyebilecekleri söyleniyor. Mecazi olarak Ross’un bedeninin bir parçası yeniyor. Her bir şeker eksildiğinde Ross da eriyip gidiyor, her şeker yendiğinde ‘Ross’ sonsuz olarak çoğaltılıp hayat buluyor. Katolik Kilisesi’nin Kudas Ayini’ne gönderme yapılıyor. 90’ların başında AIDS’ten ölen bu adamın eleştirilmesi de bana ‘Angels in America’yı hatırlatıyor.
Bu bölüm o yüzden eşcinsel kimlikler taşıyan toplulukları ve üzerlerindeki baskıyı yansıtıyor. İlginç işlerden biri Michael Elmgreen ve Ingar Dragset’in ‘Siyah Beyaz Günlük’ adlı 364 fotoğraftan oluşan çalışması. Fotoğraflar pornografik denebilecek kadar müstehcen. Çarpıyor, hepsine tek tek bakamıyorsunuz bile. Yine etkili işlerden biri Tammy Rae Carland’ın çift kişilik boş yataklardan oluşan ve Gonzalez-Torres’in 1991’deki ‘Untitled’ işine gönderme yapan ‘Lezbiyen Yatakları’.
İsimsiz (Pasaport) bölümünde Claudia Anduraj’ın İşaretliler adlı eseri dikkat çekiyor. Anduraj 1981 ve 1983 yılları arasında Brezilya’da Yanomami yerlilerinin fotoğraflarını çekiyor ve Portekizce konuşmayan bu yerlileri numaralarla tanımlıyor. Bu kimlik saptama yöntemi 19. yüzyıldan kalmış. Eserinde kimliksizliği, milliyetten mahrum bırakılmayı anlatıyor.
İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) bölümünde ise Akram Zaatari’nin ‘Haşim el Madani: Stüdyo Uygulamaları’ adlı düşündürücü eseri görülüyor. Lübnan’da sivil erkek ve kadınlara asker kıyafeti giydirip ellerinde silahlarla poz verdirince nasıl kendilerine güvenli ve caniliğe hazır olduklarını şaşırarak fark ediyorsunuz.
Kişisel sergilere gelirsek en dikkat çeken işlerden biri Wael Shawky’nin ‘Haçlı Seferleri Kabaresi: Korku Gösterisi Dosyası’ adlı eseri. Video için Lupi koleksiyonunda yer alan 200 yıllık kuklalar kullanılmış. Kuklalara Avrupalı Hristiyan askerlerin ve Müslüman askerlerin giysileri giydirilmiş ve efsanevi bir ‘Haçlı Seferi’ atmosferi yaratılmış. Aynı zamanda tarihin çarpıtılmasını da eleştiriyor.
Ala Younis’in ‘Kurşun Askerler’i görülmeye değer. Ortadoğu’da savaşmak durumunda kalmış 9 orduyu betimliyor ve yapıtta 12.235 kurşun asker bulunuyor.
Francisco Tropa’nın ‘Dev’ adlı eseri müthiş. Yerde yatan bronzdan dökme iki iskelet ölümü düşündürüyor.
Hawk Willis Thomas’ın ‘Ben varım. Amin’ serisinden ‘Ben İnsanım’ adlı eserini de çok eğlenceli buldum.
Ayrıca Güney Afrikalı bir sanatçı kolektifi olan Ardmore Ceramic Art Studio’nun yarattığı insanları AIDS’e karşı bilinçlendirmeyi amaçlayan muhteşem çanak çömleklere de bayıldım. Oldukça ilgi çekiciler.
Mark Bradford , Catherine Opie, Simon Evans, Newell Harry,Akram Zaatari ve Letizia Battaglia da eserleriyle ilgimi çeken sanatçılardan.
Böylece bir bienal daha geçti. Geçen bienale göre daha anlaşılır, daha az politik buldum. Tavsiyem biraz Felix Gonzalez-Torres’i bilerek gidin. Konu başlıklarını ve bağlantıları daha rahat algılayacaksınız. En az 2-3 saatinizi ayırın. Bence Anterpo 3’ten başlayın ve sonra Antrepo 5’in üst katını gezin. Antrepo 5’in alt katı biraz Ikea’nın deposuna benzemiş. İsimsiz (Soyutlama) bölümü burada ve farkındaysanız oradan hiç bahsetmedim. En az orayı sevdim çünkü. Geometri dersi gibiydi. İsterseniz saatli turlar var. Daha rahat anlarım diyorsanız bir rehber eşliğinde gezebilirsiniz. Ayrıca 5TL’ye satılan bir de bienal kitapçığı mevcut. Onu da alıp gezmeden önce ya da sonra yararlanabilirsiniz. 12. İstanbul Bienali 13 Kasım’a kadar devam ediyor. Bence gidin ve kendiniz de bir görün. Kendi deneyiminiz herkesin yorumundan üstündür çünkü!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder