27 Ekim 2011 Perşembe

Mabeyn Gallery


Mabeyn Gallery daha yepyeni bir galeri. Henüz ilk sergilerini yapıyorlar. Mekanın sahipleri Sibel Pektaş ve Emirhan Elkorek. Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nin önünden Akaretler’e doğru giderken hemen sağda bulunuyor. Müthiş tarihi bir köşk. Zaten galeri de ismini tarihinden alıyor. Burası eskiden Beşiktaş Başmabeyinci Köşkü’ymüş. II. Abdülhamit’in Başmabeyinciliğini yapmış Hacı Ali Rıza Paşa’ya aitmiş. Tavanlardaki resim ve süslemeleri görmelisiniz. Burada tam bir tarih yatıyor. Binanın süslemeleri, Osmanlı resminin ilk batılılaşma örnekleri arasında gösteriliyor.


Galeriye girdiğimizde bizi sevgili Emirhan karşılıyor ve başlıyor anlatmaya. Emirhan, koleksiyoner bir aileden geliyor. Çocukluğundan beri sanatla hep iç içe olmuş. Akademik olarak sanat tarihi eğitimi almasa da bu konuda oldukça birikimli. Galeride daha çok çağdaş sanat sergilemek istiyorlar. Mekanın tarihi dokusunu bozmamak adına eserleri sergilemek üzere özel bir perdeleme ve ışıklandırma sistemi kullanmışlar. Aslında burada modern ve gelenekseli bir arada deneyimliyoruz. Fakat binanın sergilenen eserlerin önüne geçmemesi önemli tabii. Bunu başarmışlar. 


Galerinin açılışını da yaptıkları ilk sergi, Huri Kiriş’in ‘Fıstık Ezmesi’ adlı sergisi. 4 Kasım’a kadar devam ediyor. Huri, aslında daha ikinci kişisel sergisini yapan genç bir sanatçı ama eserleri görünce vuruluyorsunuz. Çok çarpıcı, çok gerçek ve çok detaylılar. Her işte müthiş bir emek yatıyor, belli. Huri Kiriş eserlerinde insanın aldığı haller, kadına şiddet, insana şiddet, çarpıtılmış ataerkil yaklaşım ve kurban olgularını işliyor. Eserlerde aynı zamanda Bizans sanatı ve İslami tezhip sanatın etkilerini görüyorsunuz. Ustaca işlenmiş arka plan detaylarının önünde üç boyutlu figürler sanki canlanacakmış gibi duruyor, fotoğraf hissi veriyor. Tablolardaki derinlik muhteşem.


Sergi, 235x600 cm’lik devasa Ayşe Paşalı tablosuyla başlıyor. Giriş salonunda sadece bu eser var. Spotlar tablonun tam orta yerine, dayak yemiş kadın figürünün yaralarına yansıtılmış. İlk etki, ilk izlenim bu salonda yaratılıyor. Bundan sonra ne göreceğinizi merak ediyorsunuz.


Devam ettikçe kadına şiddeti vurgulayan diğer eserlerle karşılaşıyorsunuz. Hem içiniz burkuluyor, hem hayran kalıyorsunuz. Çirkin olan aynı zamanda bu kadar güzel olabilir! Sonra sıra keçilere geliyor, günah keçilerine.  Bu eserlerde de anlayacağınız üzere sembolik bir anlatım var. Figürler, siyah ve altın rengi ‘background’ üzerinde daha bir dikkat çekiyor.


Bir tablonun önüne geliyoruz. Çıplak bir genç kadın resmi. Aslında resim pornografik ama bana hiç öyle gelmiyor. İlk etapta daha çok, kadının güzelliğine dalıyorum. Eserin adı ‘Stoya’. Meğer kendisi ünlü bir porno yıldızıymış. Google’dan araştırıyorum. Hakikaten de çok meşhurmuş ve çok da güzel. Huri Kiriş de saflık ve doğallık içerisindeki erotizmiyle Stoya’yı harika yansıtmış eserinde.


Sergiyi gezmeye devam ediyoruz ve galerinin artık en üst katına varıyoruz. Merdivenleri çıkar çıkmaz ‘Kurban’ adlı eserle karşı karşıya kalıyoruz. Bu eser, sadece kadına değil erkeğe de şiddet uygulanabileceğini vurguluyor. Hem de erkeğe şiddet oldukça kanlı ve ölümcül olabiliyor. İsa’nın çarmıha gerilmesi sahnesine gönderme yapan resim insanlığın vahşetini ortaya koyuyor.  Huri, Bizans ikonografisinin yanı sıra Hıristiyanlık dininden de oldukça etkilenmiş. Yasak Elma, Maria Magdalena, Gabriel, Meryem, Kutsal Koca, Kutsal Yaprak gibi eserleri Hıristiyanlık dininin sembolleri ve figürlerinin modernize edilmiş halleri diyebiliriz. Sanatçı, eserlerinde tüm bu kutsal figürleri gündelik hayata indirgemiş ve ‘dünyevilik ve kutsallık’ arasında yaşanan ezeli çekişmeyi gündeme taşımış.
Serginin bitmesine günler kaldı ama vaktiniz varsa kaçırmayın derim. Galerinin ikinci sergisi ise 17 Kasım’da açılacak olan Emre Tandırlı sergisi. Emre Tandırlı genç bir sanatçı ama eserlerinden bazılarını görme şansım oldu ve yine iddialı bir sergi olacağına eminim. Merakla bekliyoruz.
Bu arada Mabeyn Galley’nin ismini ileride çok duyacağa benziyoruz. Sahipleri, mekanda daha farklı sanatsal aktivitelerde de bulunmayı ve burayı ileride bir ‘sanat evi’ haline getirmeyi planlıyor.  Ayrıca daha çok yeni olmalarına rağmen Mabeyn Gallery bir sürpriz yapıp ‘Contemporary İstanbul’a da katılmaya karar vermiş. Fuarda standlarına uğrayın ve sanatçılarıyla tanışma fırsatı yakalayın derim!

23 Ekim 2011 Pazar

Kosinitza

Canınız balık mı çekiyor? Ama bizim balıkçılar da hep aynı, değil mi? Aynı mezeler ve aynı usul pişirilmiş balıklar. Balık başka türlü servis edilemez mi? O zaman deniz mahsullerinin hasını yemek için Kosinitza’ya gelin.


Kosinitza, Kuzguncuk’ta yer alan ufacık bir restaurant. Aynı zamanda Kosinitza, Kuzguncuk’un  eski adı. Restaurant 25 kişilik. Taş çatlasa 30 kişi alır. Butik hizmet veriyorlar. İbrahim Özyürük buranın sahibi. Kendisi Galatasaray Lisesi mezunu. Fransız ekolünden. Hep restaurant’ın başında. Balıkları sabaha karşı gidip kendisi seçiyor. Her detayla kendisi ilgileniyor. Ordulu bir aşçıları var. Ama yemek tarifleri hep İbrahim Bey’den. Aşçıya da her şeyi o öğretmiş. İbrahim Bey, müşterilerini sanki evde misafirlerini ağırlar gibi ağırlıyor. Her masayla tek tek ilgileniyor. Belli ki Fransız mutfağına tutkun. Monsieur, işi biliyor.
Restaurant bana İtalya’yı hatırlatıyor. Böyle, ailelerin işlettiği ufak ‘trattoria’lar vardır Roma’da. İşte burası da aynen öyle. Ortada deniz mahsulü mezelerin olduğu tabaklarla dolu bir yuvarlak servis masası ve etrafında masalar. Öyle Kavaklıdere, Doluca, Corvus gibi ‘commercial’ şaraplar yok burada. İbrahim Bey şarapları bile özel seçiyor. Bize, Umurbey Sauvignon Blanc öneriyor. İlk defa test ediyoruz ama çok beğeniyoruz. Annem İtalyan sofra şaraplarına benzetiyor, babam Pinot Grigio’ya.


Entree olarak ortadaki masadan mezeler seçiyoruz. Hepsi birbirinden güzel ve enteresan gözüküyor. Somon ve közlenmiş patlıcanın kombinasyonu, yaprak sarmanın içinde balık ve baby kalamar muhteşem. Hepsi günlük çıkıyor. Her şey taze. Ahtapot o kadar güzel marine edilmiş ki normalde kayış gibi olan hayvan burada lokum gibi. Mutlaka damak zekinize uygun bir şeyler bulabilirsiniz.
Ardından ara sıcak olarak ahtapot veya kalamar ızgara alabilirsiniz. Eğer Fransız mutfağına meraklıysanız meşhur balık çorbası ‘Bouillabaisse’ deneyebilirsiniz. Yemek öncesi tadımlık çorba getiriyorlar zaten. Ne kadar lezzetli olduğunu anlıyorsunuz. Her yerde ‘Bouillabaise’ bulmak mümkün değil tabii. Meraklısıysanız asla kaçırmayın derim. Ayrıca ‘Moules Marinieres’ de yapıyorlar.


Ana yemek için çok fazla seçenek var. Eminim hepsi de muhteşemdir. Ama size tavsiye edeceğim spesiyalite ‘Milföy kaplamalı porçini mantarlı dil balığı güveç’. Aman Tanrım! Bu kadar lezzetli bir şey yemiş olamazsınız. Baş döndürüyor, kendinizden geçiriyor. Ayrıca sunumu da harika.
Bu arada dükkan ufacık. Duvarlarda satılık tablolar var. Her ay değişiyorlar. Eee, tabii Kuzguncuk sanatçı mekanı. Böyle olması normal. Dükkanın dokusuna da çok uyuyor.  Müşteri kitlesi de çok kaliteli. Belli ki burayı bilen geliyor. Öyle alakasız insan profili görmüyorsunuz. Herkes bu muhteşem yemek deneyiminin tadını çıkaracak tipten.
Ve tatlı. Ben çok tatlıcı değilim açıkçası. Ama bir tanesi var ki asla hayır demem: Creme Brulee. Wowww! Kosinitza’da da harika yapılmış. İki ayrı kapta getiriyorlar. Biri vanilyalı, biri dağ meyveli. Çok da iddialı panna cotta’ları var. Mutlaka denemelisiniz bence! 
Ama işin kötü tarafı ertesi sabah kalkıp tartıldığınızda 1 kilo almış oluyorsunuz. Biraz tuzdan tabii. Bu konuda uyarayım. Ama değer mi? Kesinlikle değer!!!Bir hafta az yiyin, rejimi Kosinitza’da bozun derimJ Bu arada eğer haftasonuysa mutlaka rezervasyonlu gidin.
İletişim: İcadiye Cad. Bereketli Sok. 2/A Kuzguncuk-İstanbul  0216 334 04 00

16 Ekim 2011 Pazar

Akaretler Art&Design Day

Akaretler, sanat ve tasarım merkezi olma yolunda hızla ilerliyor!


Bu yıl ikincisi düzenlenen ‘Akaretler Art&Design Day’ 15 Ekim'de gerçekleşti. Derin Sarıyer’in sahibi olduğu Derin mağazasında Aziz Sarıyer’in mobilya tasarımlarından bir seçki sergilendi. Bu arada mağaza çok güzel olmuş. Sarıyerler’in tasarımlarının yanı sıra Gaia&Gino’nun objelerini ve yine Alparda tasarımlarını görmek mümkün. Özellikle modern ve minimalist dekorasyondan hoşlanıyorsanız gezmenizi tavsiye ederim.


Yine son zamanların popüler tasarım ve mimarlık ofisi Autoban’ın da Akaretler’de bir mağazası var. Burada da Assouline tarafından Coca-Cola’nın 125. Yılına özel olarak hazırlanmış kitabın lansmanı vardı. 1900’lü yıllardan günümüze kadar olan süreçte Coca-Cola şişesinin nasıl evrim geçirdiğine tanık olduk. Eski şişelerden de kola servisi yapılıyordu ki dayanamayıp bir tanesini eve götürmek üzere aldım. Tasarım Coca-Cola şişelerine karşı bir zaafım var. Küçük bir koleksiyonum oluştu diyebilirim.
Can Hi-Fi Extreme Audio’yu ilk defa gezdim. Aslında biraz kardeşim sayesinde. İşin teknik kısmından anlayan o. Mağazayı görünce hemen girmek istedi. Sattıkları ses ve müzik sistemleri en iyi kalite ve salonunuzun dekorasyonunu tamamlayacak şıklıkta. Ahşap kolonlar adeta mobilya gibi. İhtiyacınız varsa aklınızda bulunsun. Onlar da ‘Akaretler Art&Design Day ‘ için saat 20.30’da başlayan bir Ayşe Gencer jazz performansı ayarlamışlar. Maalesef oradan yemeğe devam ettiğimiz için kalamadık ama eminim çok keyifli geçmiştir. Dinlemek isterdim açıkçası.


Eş zamanlı olarak Galerist’te kavramsal sanatçılarımızdan Sarkis’in ‘Depo Sergisi’ vardı. Alışıldığın dışında bir sergiydi. Zaten sergi için bir açılış yapılmadığı gibi, hakkında herhangi basılı bir davetiye bile yokmuş. Sarkis’in kendi eserlerini yeniden yorumlamasına dayalı olan retrospektif sunumu niteliğindeki sergide genellikle kağıt üzerine suluboya çalışmalar ve neon ışık enstalasyonlarına rastlıyorsunuz. Galerist’in caddeye bakan vitrinlerinden gözüken dev boydaki çalışmalar insanı galerinin içine çekmeye yetiyor. Fakat bana göre bu ‘Depo Sergisi’ Galerist yerine Rampa’da olmalıymış . Bu konseptte bir sergi için alan olarak odalara bölünmüş Galerist’tense Rampa çok daha müsait bence. 
Bu arada Rampa’da Ergin Çavuşoğlu’nun ‘Başkalık’ adlı sergisi vardı. Bu sergide çalışmalarını Londra’da sürdüren Çavuşoğlu’nun eski ve yeni ışık heykelleri, video ve enstalasyon çalışmaları bulunuyor. Sergi 5 Kasım’a kadar devam ediyor. Meraklısına duyurulur!


En çok dikkatimi çekenlerden biri ise Artlimits’deki sergi ‘Psyche’ oldu. Carsten Witte adlı Alman fotoğraf sanatçısının nü fotoğraflarından oluşan bu sergi görsel anlamda oldukça etkileyici. Sanatçı, çektiği çıplak kadın fotoğraflarını kelebek kanatlarının ortasına yerleştirerek mutlak estetik ve güzelliği yansıtmaya çalışmış. Kelebek konsepti şu şekilde açıklanabilir: ‘Kelebekler güzelliklerinin doruk noktasında ölürler ve öldükten sonra güzellikleri solana kadar fotoğraflanırlar. Modeller bu solmadan önceki güzellikleri temsil etmektedir. Onun kusursuz ve mükemmel kadınları, sonsuza dek korunacakmış hissi veren kelebek koleksiyonlarına benzer.’ Witte bize bu sergiyle güzellik ve fanilik döngüsünü anlatıyor. Çoğu, edisyon eserler ve fiyatları da uygun. Mutlaka görün derim.  
Akaretler, ‘Art&Design Day’ şerefine o akşam ışıl ışıldı. Corvus, şaraplarını servis etti. Yeni açılan ‘The Winston Brasserie’ ve ‘Cafe Nero’ dopdolu ve capcanlıydı. Demek ki normalde gelen geçenin sayılı olduğu Akaretler’in böyle organizasyonlara ihtiyacı var. ‘Akaretler Art&Design  Day’in gelenekselleşmesini ve her yıl tekrar edilmesini ümit ediyorum.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Melancholia


Melancholia, Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in yeni filmi. Bu film, Cannes Film Festivali’ndeki gösteriminden sonra sanat eleştirmenleri tarafından bir ‘başyapıt’ olarak adlandırıldı ve Kristen Dunst’a ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazandırdı.
Lars von Trier’i, Bjork ve Catherine Deneuve’lü ‘Dancer in the Dark’, Nicole Kidman’lı ‘Dogville’ ve Willem Dafoe’li ‘Antichrist’ filmlerinin yönetmeni olarak tanıyoruz. Melancholia, Filmekimi’nde gösterimi olan filmler arasında en merak ettiğim filmdi çünkü yönetmenden yine kültleşmeye aday bir film bekliyordum. Örneğin Dogville, sahne sahne aklıma kazınmış filmlerdendir. Acaba Melancholia da öyle olabilecek miydi?


Film, iki kız kardeşi konu alıyor. Kardeşlerden Justine’i  Kristen Dunst, Claire’i Charlotte Gainsbourg oynuyor. Gainsbourg, en az Dunst kadar başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Filmin sonuna doğru yaşanan panik ve çaresizlik havasını seyirciye mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Filmde Justine’in eniştesini  ‘24’ dizisinden tanıdığımız Kiefer Sutherland, annesini Charlotte Rampling, babasını da John Hurt oynuyor. Oyuncu kadrosu anlayacağınız üzere kuvvetli.
Öncelikle söylemeliyim ki bu film öyle herkese göre değil. Oldukça ağır tempoda ilerliyor ve 2 saat 10’ sürüyor. Sembolik anlatımlardan ve alt metinleri irdelemekten hoşlanmıyorsanız size çok bir şey ifade etmeyecektir. Hatta çok sıkılabilirsiniz. O yüzden gerçekten merak ediyorsanız bu filmi izleyin.


Filmin ilk 10 dakikasında slow motion sürreel görüntüler eşliğinde dünyanın sonu senaryosunu izliyoruz.  Görüntülere Wagner’in ‘Tristan and Isolde’ operası eşlik ediyor. Claire’in kucağında küçük oğluyla golf sahasında bata çıka kaçışı, Justine’in gelinliğiyle ayağına dolanmış sarmaşıklarla ilerleme mücadelesi, Dünya’ya yaklaşan Melancholia gezegeninin görüntüsü, Justine’in atı Abraham’ın olduğu yere yığılışı ve büyük çarpışma hafızalara kazınıyor.


Sonra filmin ilk bölümü ‘Part I: Justine’ başlıyor. Herkes Justine ve müstakbel eşi Michael’in düğün yemeği onuruna toplanmış onları bekliyor. Kendi düğün yemeklerine 2 saat geç kalıyorlar. Kendine odaklı yaşayan çapkın bir baba, baba yüzünden evlilikten nefret etmiş bir anne ve bencil ve çıkarcı patron figürleri eşliğinde gergin bir düğün yemeği yeniyor. Gelin sürekli kaçıp bir yerlere sığınıyor. Lars von Trier, Dunst’ın başarıyla oynadığı Justine karakterini golf sahasında gelinliğini sıyırarak işetiyor ve tanımadığı biriyle seviştiriyor. Bu sahneler oldukça iddialı. Gelin en mutlu gecesinde o kadar mutsuz ki. Sahi neden o kadar mutsuz? Gelinin bu depresyonuna ilk başta bir anlam veremiyorsunuz.


Ardından filmin ikinci bölümü başlıyor: ‘ Part II: Claire’. Burada filmin tüm sırları çözülüyor. Herkesin bu mutsuzluğu ve depresyonu aslında Melancholia adlı gezegenin Dünya’ya çarpacağı korkusundan kaynaklanıyor. Bilim adamlarının bazıları gezegenin teğet geçeceğini ön görürken çoğu büyük bir çarpışmanın olacağını ve dünyanın sonunun geleceğini öne sürüyor. Lars von Trier kendi filmini ‘dünyanın sonu hakkında güzel bir film’ diye tanımlıyor zaten. Bu bölümde Gainsbourg’un oyunculuğu ön plana çıkıyor. O kadar endişeli ve panik halinde ki ne yapacağını bilemiyor. Kocası iyimser bir şekilde Melancholia’nın sadece güzel bir manzara oluşturacağını ve gelip geçeceğini savunuyor. Gerçi sonra işin aslının öyle olmadığını anlıyor ve bu gerçeği kaldıramayıp hayatına son veriyor. Justine ve Claire’in konuşmaları sırasında geçen şu cümleler akılda kalıyor: ‘Dünya çok kötü. Arkasından yas tutmaya değmez. Kimse onu özlemeyecek.’ Melancholia hızla yaklaşıyor. Önce Dünya üzerindeki tüm enerjiyi çekiyor. Sonra da kaçınılmaz son geliyor.


Filmden size şu kalıyor: Hayat, sadece Dünya üzerinde var ve çok kısa. Kıymetini bilin ve hayatınızı güzel yaşayın. Çünkü ne zaman sona ereceğini bilemezsiniz.
Filmekimi’nde kaçırdıysanız filmin ülkemizde vizyona girme tarihi 13 Ocak 2012. Dediğim gibi eğer gerçekten merak ediyorsanız bu filmi izleyin çünkü beğenip beğenmemeniz tamamen kişisel algınızla alakalı. Ama her şekilde sinematografik anlamda etkileyici görüntülerle ve aklınızda kalacak sahnelerle karşılaşacağınızı garanti ederim. İyi seyirler!

7 Ekim 2011 Cuma

Şükran Moral


Geçen cuma bir arkadaşımın doğumgünü için Şişhane’deki Good Mood’daydım. İçerisi epey kalabalıktı. Ben bir yandan sıkış tıkış mekanda nefes alıp hayatta kalmaya çalışırken bir yandan arkamdan çantama gelen darbeler yüzünden sarsılıp duruyordum. Belli ki biri arkamda çılgınlar gibi dans ediyordu. Bir de dönüp baktım ki kim olsa beğenirsiniz? Şükran Moral. Yine geçirmiş dantel eldivenlerini eline, kimseye aldırış etmeden eğleniyor. Roma anılarım canlandı…
Şükran Moral’le ilk tanışmamız Roma’da, benim oturduğum sokak olan Via Alessandria’da oluyor. Yağmurlu bir günde ev arkadaşım ve ben favori öğle yemeği mekanımız La Maremma’dan çıkmış yürüyoruz ki Sinem restoranda şemsiyesini unuttuğunu hatırlıyor. Tabii aramızda Türkçe bir dialog geçiyor ve o sırada sokaktan geçen biri arkasını dönüp bize ‘Türk müsünüz?’ diye soruyor. Ayaküstü sohbete başlıyoruz. Kültür-sanat yönetimi master’ı yaptığımızı ve o sokakta oturduğumuzu söylüyoruz. Hanımefendi oldukça cana yakın bir tavırla kendisinin uzun süredir Roma’da yaşadığını, sanatçı olduğunu ve bir arkadaşıyla buluşmak üzere orada bulunduğunu anlatıyor. Tabii sanatçı olduğunu duyunca oldukça ilgileniyoruz.
-Ressam mısınız?
-Hayır.
-Sanatın hangi dalında çalışmalarınız var peki?
-Hımmm. Anlatması biraz zor. Değişik.
-….!?
-Kızlar bir gün bana gelin size çay ikram edeyim.

Bu şekilde ayrılıyoruz. Ertesi gün müdürümüz Monica’ya, Şükran adlı bir sanatçıyla tanıştığımızı söylüyoruz. Hemen kim olduğunu anlıyor tabii. ‘Aa, o ünlü performans sanatçısı Şükran Moral. Çok etkili işleri vardır’ diyor ve sanatçı atölyelerini gezerken kendisine de bir ziyarette bulunabileceğimizi söylüyor. Ertesi haftalarda bu buluşma gerçekleşiyor.

Şükran Moral, Roma’nın itiraf etmeliyim ki en sevmediğim semti San Lorenzo’da oturuyor. San Lorenzo, Roma’daki caminin bulunduğu, çoğunlukla Müslüman göçmenlerin oturduğu, cuma günleri  sokaklarında namaz kılınan, gece görseniz korkacağınız kadar siyah tenli tiplerin dolaştığı bir yer. Ya da Roma’daki ilk ev diye gezdiğim ama ev olmak dışında her şeye benzeyen yerlerin olduğu semt diye benim önyargılı yaklaşımım da olabilir tabii. Mesela müthiş bir kilisesi de vardır. Hakkını yemeyeyim. Bunun dışında birçok sanat galerisi ve sanatçı atölyeleri de bu semtte bulunuyor.

Şükran Moral mütevazi bir evde yaşıyor. Zengin bir sanatçı değil. Çünkü olaya ticari bakmıyor. Yaptığı işler zaten oldukça alternatif ve cesur. Evinin duvarlarında yaptığı işlerin birer kopyaları duruyor. Bir de aynasının üstünde anne ve babasının vesikalık fotoğrafları. Samsun’lu bir aileden geliyor Moral. 3 erkek ve 1 de kız kardeşle büyümüş. İlkokuldan sonra babası okumasına izin vermemiş. Ama o direnmiş ve gizlice ortaokula devam etmiş. Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar’dan sonra Accademia Belle Art di Roma’dan resim bölümü mezunu.


Bizi içeri buyur ediyor. Sonra anlatmaya başlıyor.  Erkekler hamamına nasıl çıplak bir kadın olarak girdiğini, kendini Yüksek Kaldırım’da güpegündüz nasıl satışa çıkardığını, İtalyanların onu oturma izni bitti diye sınır dışı etmek isterken Katolik mezhebinin merkezi Vatikan’da nasıl çıplak bir kadın olarak Hz.İsa yerine geçip çarmıha gerilmiş fotoğraf verdiğini anlatıyor. Ağzımız açık dinliyoruz. Bu kadının derdi ne? Çatlak mı?

Hayır. Sadece bizim vermeye cesaret edemeyeceğimiz tepkiler verebiliyor. Korkusuz bir kadın o. Diyor ki: ‘Ben namusun erkeğin egemenliğinde olduğu, kızlık zarının çok kıymetli olduğu, kadının mal gibi görüldüğü bir yerden geliyorum ve buna olan tepkimi dile getiriyorum’. Biz susuyoruz, o bağırıyor. Biz düzene ayak uyduruyoruz, o baş kaldırıyor. Şükran Moral’i farklılaştıran, onu gerçek bir sanatçı yapan da bu.


Ben çağdaş sanat tarihinde ilk kez Hz. İsa pozuna bürünmeye cesaret eden kadın sanatçıyım diyor bize. Biraz megaloman mı? Her sanatçının ihtiyaç duyduğu gibi o da kendini övmekten hoşlanıyor elbette. Yoksa tüm bu çabanın bir anlamı kalmaz değil mi? Hz.İsa pozu bugün Ömer Koç Koleksiyonu’nunda bulunuyor. Benim en çok etkileyen ve en sevdiğim işlerinden biri açıkçası.


İstanbul’a döndükten sonra onu takip etmeye devam ediyorum. Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’nde bir performans sergiliyor. Kara çarşaflara bürünmüş. Elinde bir kırbaç, önünde bezden bir bebek var. Önce ona da çarşaf giydiriyor, sonra kızlık zarını bozuyor. Bebekten kanlar fışkırıyor. Daha sonra arka plandaki perde kalkıyor ve duvarda yaşlı bir adam görseli beliriyor. Zavallı kızcağız o adama everiliyor. Tam bir Ünzile sendromu anlatılıyor. Show’u tüm Koç ailesi ön sıradan izliyor. Bu performansla olumlu olumsuz çok tepki alıyor Şükran Moral.


2010 Contemporary İstanbul Fuarı’nda Casa dell’Arte sanatçısı olarak tekrar karşımıza çıkıyor. Sergilediği iş yine şok etkisi yaratıyor. Mardin’in Yukarı Aydınlı köyünde 3 erkekle aynı anda evleniyor. Videoda ve fotoğraflarda herkes mutlu. 1 gelin ve 3 damat. Çoğu izleyici  ‘Bu ne yaaa?’ deyip geçiyor. Peki bu kadın neyi eleştiriyor? Çok açık aslında, ülkemizde adına töre dediğimiz ama insanlık dışı olan kumalık sistemini.


Bundan sonra öyle bir iş yapıyor ki tüm olanlar basına yansıyor: Amemus. Şükran Moral Casa dell’Arte’de tüm izleyicilerin önünde dakikalarca süren bir lezbiyen performansı sergiliyor. Bir kadınla yatakta açık ve net sevişiyor. 20. dakikadan sonra midesi kaldırmayan ve performansa  bir anlam veremeyen herkes kaçıyor. Şükran Moral, ‘Çıplak kalan biz değil, seyirciydi’ diyor. Bu olay çok tartışılıyor. Öyle ki Moral ölüm tehditleri aldığı için apar topar Roma’ya kaçıyor.


Şu an ise İstanbul Modern’de kadın sanatçılardan oluşan karma sergi ‘Hayal ve Hakikat’te 1997’de yarattığı 5. İstanbul Bienal’inde de sergilenmiş Bordello (Genelev) adlı eseriyle yer alıyor.  Aslında eski bir eser olmasına rağmen küratör Levent Çalıkoğlu sergi için özellikle bu eseri seçiyor. ‘Hayal ve Hakikat’ sergisini 22 Ocak 2012’ye kadar izleyebilirsiniz.

Özetle Şükran Moral olmak yürek ister. Böyle cesur, böyle söylemi net kadın sanatçılarımız olması gurur verici. O zaman yüreğine sağlık Şükran Moral diyorum!

4 Ekim 2011 Salı

12. İstanbul Bienali




‘İsimsiz’ başlıklı Koç ana sponsorluğundaki 12. İstanbul Bienali’ni nihayet gezebildim. Hakkında çok şey yazıldı çizildi ama ben biraz da kendi izlenimlerimi yansıtmak istiyorum.
‘İsimsiz’ ismi nereden geliyor?


12. İstanbul Bienali başlığını, Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres (1957-1996)’in kendi yapıtları için kullandığı adlandırma biçiminden alıyor. Felix Gonzalez-Torres yapıtlarını bilinçli olarak önce İsimsiz (Untitled), daha sonra da parantez içinde bir açıklamayla sunmasıyla ünlü. Amaç izleyiciyi şartlamak ve yönlendirmek yerine onu düşünmeye ve yorumlamaya itmek.  Gonzales-Torres’e göre ‘çünkü anlam daima zaman ve mekanda değişkendir’. Aynı zamanda ‘İsimsiz’ başlığı bugün birçok sergi ve bienalde sıkça karşımıza çıkan ‘Untitled’ eserlere bir eleştiri niteliği taşıyor. Öyle ki bazen karma sergilerde bu tip eserleri serginin ana temasıyla bağdaştıramıyoruz bile.
Neden Felix Gonzalez-Torres?
Bienalin bu seneki küratörleri Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa. Küratörler, 2 senelik hazırlık sürecinden evvel Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşen ‘İstanbul’u Hatırlamak’ adlı bir konferansa katılıyorlar. Bu konferans süresince önceki bienallerin küratörleri ve bienale daha önce katılmış bazı sanatçıların konuşmalarından onların deneyimlerini ve bienalle kurdukları ilişkiyi analiz ediyorlar. Görüyorlar ki daha önceki küratörler mekan, tarih, kimlik, siyaset ve kentlilik fikirlerinin üzerinden gidip sanat eserleriyle İstanbul’un kültürel ve sosyoekonomik yapıları arasında bağ kurmuşlar. Hoffmann ve Pedrosa, İstanbul ve bienal üzerine nasıl ilişki kurabileceklerini düşünürken başka bir kaotik şehir New York’ta yaşamış ve çalışmış bir sanatçıdan ilham alıyorlar: Felix Gonzales-Torres.


Gonzales-Torres başlı başına bir yazı konusu. O yüzden kısa keseceğim. 1957’de Küba’da doğuyor. 1970’de kızkardeşiyle birlikte Madrid’de bir yetimhaneye gönderiliyor. Ertesi sene Puerto Rico’da akrabalarının yanında yaşamaya başlıyor ve sanat üzerine eğitimine başlıyor. Sorunlu bir çocukluk ve ilk gençlik döneminden sonra 1979’da New York’a taşınıyor ve sanat eğitimine burada devam ediyor. Minimal enstalasyonları ve heykelleriyle tanınıyor. Onu en çok etkileyen partneri Ross Laycock’un AIDS’den ölümü oluyor ve 1991’de ünlü eserlerinden ‘Untitled’ı  (boş bir yatağın monochrome fotoğrafı)  New York’un 24 ayrı noktasında billboardlarda sergiliyor. (Not: Bunca eserinin arasında özellikle bundan bahsetmemin sebebi benim en çok onun Ross’a olan aşkından etkilenmem. Bir röportajda ‘Sizin hedef kitleniz kim?’ diye sorduklarında ‘Sadece Ross’tu’ diyebilecek kadar sevmiş biri o.)


Eserleri New York’ta önemli galerileri ve müzelerinde sergilenmiş ve halen sergilenmekte.  1996’da kendisi de AIDS’e bağlı komplikasyonlardan dolayı hayatını kaybediyor. 2001’de Sotheby’s müzayedesinde ‘Untitled’ (Aparicion) adlı eseri 1.6 milyon $’a alıcı buluyor.
Bakmadan göremezsin, görmeden bilemezsin…


12. İstanbul Bienali için geçen senelerden farklı olarak sadece Antrepo 3 ve Antrepo 5 kullanılmış. Çok da iyi olmuş. Oradan oraya gitmek durumunda kalmadık. Zaten tüm bienali bir günde gezmek oldukça yorucu. Algılamak için bir hayli çaba sarf ediyorsunuz. Belli bir yerden sonra kafanız patlıyor!
Küratörler mekanı da dönüştürmek istemişler ve Ryue Nishizawa Mimarlık Ofisi’yle çalışarak koskoca alanı alüminyum duvarlarla 61 odaya bölmüşler. Aralarında da geçiş için boşluk bırakmışlar. Aslında bu haliyle sokakları ve mahalleleri olan bir şehre gönderme yapılıyor. Mekanlar oda oda ayrılmış ama aynı zamanda iç içe geçmiş. Bir oraya bir buraya deli gibi girip çıkıyorsunuz. Kendinizi bilmediğiniz bir şehirde kaybolmaya ve keşfetmeye bırakıyorsunuz. Kendi deneyiminizi yaşıyorsunuz.



Bienal 5 karma sergi ve 50 kişisel sergiden oluşuyor. Karma sergiler, tema başlıklarını Gonzalez-Torres‘in eserlerinde almış. Tema başlıkları şu şekilde: İsimsiz (Soyutlama), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih) ve İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm). Bu karma sergilerin çevresindeki odalarda da yine konuyla ilgili kişisel sergileri görüyoruz. Hepsi bir şekilde birbirine bağlanıyor. Ana temanın altındaki yan temalar gibi.
Ben neyi sevdim?
Bienalde Gonzalez-Torres’in kendi eserlerini görmüyorsunuz. Sadece konu başlıkları ve konuyla ilgili duvar yazıları var. Ben en çok İsimsiz (Ross) adlı bölümden etkilendim.
Öncelikle söylemeliyim ki ben sanatın siyasetle karıştırılmasını sevmiyorum. Günümüzde sanat, politik söylemler, siyasi fikirlerin dışa vurumu ve savaşa karşıt duruş için sıkça kullanılsa da ben bunu görmekten hoşlanmıyorum. Kesinlikle bu temalarda çok etkili işler yapılıyor, buna asla karşı çıkamam. Ama benim için ‘sanat ve siyaset’, ‘din ve devlet’ işinin ayrılması gerektiği gibi ayrılmalı işte. Bana göre sanat, estetik ve güzellik demek. Hayatın gerçekleri zaten kötü ve acımasız, bırakın bari hayaller ve yansımalar pembe olsun!

İkinci sebebi de Gonzales-Torres’in, Ross’a olan büyük aşkına hayran kalmış olmam. Ross, sanatçının sevgilisi ve 1991 yılında AIDS’ten hayatını kaybediyor. Sanatçı erişkin bir erkeğin ideal kilosunun 80 kg. olduğunu varsayarak bu miktarda şekeri bir odaya yığıyor. Bu bir enstalasyon ve şekerler ‘Ross’u sembolize ediyor. İzleyicilere şekerleri yiyebilecekleri söyleniyor. Mecazi olarak Ross’un bedeninin bir parçası yeniyor. Her bir şeker eksildiğinde Ross da eriyip gidiyor, her şeker yendiğinde ‘Ross’ sonsuz olarak çoğaltılıp hayat buluyor. Katolik Kilisesi’nin Kudas Ayini’ne gönderme yapılıyor. 90’ların başında AIDS’ten ölen bu adamın eleştirilmesi de bana ‘Angels in America’yı hatırlatıyor.




Bu bölüm o yüzden eşcinsel kimlikler taşıyan toplulukları ve üzerlerindeki baskıyı yansıtıyor. İlginç işlerden biri Michael Elmgreen ve Ingar Dragset’in ‘Siyah Beyaz Günlük’ adlı 364 fotoğraftan oluşan çalışması. Fotoğraflar pornografik denebilecek kadar müstehcen.  Çarpıyor, hepsine tek tek bakamıyorsunuz bile. Yine etkili işlerden biri Tammy Rae Carland’ın çift kişilik boş yataklardan oluşan ve Gonzalez-Torres’in 1991’deki ‘Untitled’ işine gönderme yapan  ‘Lezbiyen Yatakları’.


İsimsiz (Pasaport) bölümünde Claudia Anduraj’ın İşaretliler adlı eseri dikkat çekiyor. Anduraj 1981 ve 1983 yılları arasında Brezilya’da Yanomami yerlilerinin fotoğraflarını çekiyor ve Portekizce konuşmayan bu yerlileri numaralarla tanımlıyor. Bu kimlik saptama yöntemi 19. yüzyıldan kalmış. Eserinde kimliksizliği, milliyetten mahrum bırakılmayı anlatıyor.



İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) bölümünde ise Akram Zaatari’nin ‘Haşim el Madani: Stüdyo Uygulamaları’ adlı düşündürücü eseri görülüyor. Lübnan’da sivil erkek ve kadınlara asker kıyafeti giydirip ellerinde silahlarla poz verdirince nasıl kendilerine güvenli ve caniliğe hazır olduklarını şaşırarak fark ediyorsunuz.
Kişisel sergilere gelirsek en dikkat çeken işlerden biri Wael Shawky’nin ‘Haçlı Seferleri Kabaresi: Korku Gösterisi Dosyası’ adlı eseri. Video için Lupi koleksiyonunda yer alan 200 yıllık kuklalar kullanılmış. Kuklalara Avrupalı Hristiyan askerlerin ve Müslüman askerlerin giysileri giydirilmiş ve efsanevi bir ‘Haçlı Seferi’ atmosferi yaratılmış. Aynı zamanda tarihin çarpıtılmasını da eleştiriyor.




Ala Younis’in ‘Kurşun Askerler’i görülmeye değer. Ortadoğu’da savaşmak durumunda kalmış 9 orduyu betimliyor ve yapıtta 12.235 kurşun asker bulunuyor.




Francisco Tropa’nın ‘Dev’ adlı eseri müthiş. Yerde yatan bronzdan dökme iki iskelet ölümü düşündürüyor.



Hawk Willis Thomas’ın ‘Ben varım. Amin’ serisinden ‘Ben İnsanım’ adlı eserini de çok eğlenceli buldum.



Ayrıca Güney Afrikalı bir sanatçı kolektifi olan Ardmore Ceramic Art Studio’nun yarattığı insanları AIDS’e karşı bilinçlendirmeyi amaçlayan muhteşem çanak çömleklere de bayıldım. Oldukça ilgi çekiciler.


Mark Bradford , Catherine Opie, Simon Evans, Newell Harry,Akram Zaatari ve Letizia Battaglia da eserleriyle ilgimi çeken sanatçılardan.





Böylece bir bienal daha geçti. Geçen bienale göre daha anlaşılır, daha az politik buldum. Tavsiyem biraz Felix Gonzalez-Torres’i bilerek gidin. Konu başlıklarını ve bağlantıları daha rahat algılayacaksınız. En az 2-3 saatinizi ayırın. Bence Anterpo 3’ten başlayın ve sonra Antrepo 5’in üst katını gezin. Antrepo 5’in alt katı biraz Ikea’nın deposuna benzemiş. İsimsiz (Soyutlama) bölümü burada ve farkındaysanız oradan hiç bahsetmedim. En az orayı sevdim çünkü. Geometri dersi gibiydi. İsterseniz saatli turlar var. Daha rahat anlarım diyorsanız bir rehber eşliğinde gezebilirsiniz. Ayrıca 5TL’ye satılan bir de bienal kitapçığı mevcut. Onu da alıp gezmeden önce ya da sonra yararlanabilirsiniz. 12. İstanbul Bienali 13 Kasım’a kadar devam ediyor. Bence gidin ve kendiniz de bir görün. Kendi deneyiminiz herkesin yorumundan üstündür çünkü!