Cannes Film Festivali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cannes Film Festivali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2012 Pazartesi

The Artist


İnanılmaz tatlı, sıcacık, çikolatalı sufle gibi bir film! Neden mi bahsediyorum? Bu seneki Oscar adayları arasında izlemeyi en merakla beklediğim ‘The Artist’ten. Sonunda izledim ve hepinize de izlemenizi tavsiye ediyorum. Film, sizi alıp başka bir diyara götürüyor. Son derece sempatik, romantik ve emek harcanmış bir film. The Artist, Golden Globe 2012’de Komedi/Müzikal dalında en iyi film ödülünü alırken aynı zamanda Jean Dujardin’e muhteşem oyunculuğuyla Komedi/Müzikal dalında en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırdı. Yine 2011 Cannes Film Festivali’nde Jean Dujardin, bu filmdeki rolüyle en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Daha bir çok ödül alan ‘The Artist’, en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu da dahil toplam 10 dalda Oscar adayı oldu. George Clooney’nin ‘The Descendants’ını henüz izlemedim ama Dujardin’in bu filmdeki performansı ‘Moneyball’daki Brad Pitt performansına kesinlikle basar. Bence Jean Dujardin favori adaylardan. 26 Şubat’ta birlikte izleyip göreceğiz.


Film, sinema tarihinde önemli bir dönüm noktası olan teknolojik devrimi konu alıyor: Sesin sinemaya girişi. Bildiğiniz üzere 1920’li yılların sonuna kadar sinemada ses yoktu. Oyuncular, sadece jest ve mimiklerle izleyiciye duyguları aktarır ve sinema salonlarında canlı bir orkestra eşliğinde filmler izlenirdi. Eski Charlie Chaplin filmlerinden de gayet net hatırlarsınız. Daha sonra ses, sinemaya girdi ve bu dönemde birçok sanatçının kariyeri olumsuz yönde etkilendi. ‘The Artist’ işte tam da bu sessiz sinemadan sesliye geçiş dönemini anlatıyor. Başrol oyuncumuz George Valentin (Jean Dujardin) sessiz sinemanın en karizmatik ve jön yıldızlarından biri. Oynadığı her film büyük başarı kazanan Valentin’in güzel bir eşi, görkemli bir evi ve büyük bir hayran kitlesi var. Bu sırada filmlerde dansçı ve figüran olan Poppy Miller (Berenice Bejo)’la tanışıyor. Genç kız da kendisine hayran. Daha sonra sesin sinemaya girişini ve eski dönemdeki yıldızların gözden düşmesini izliyoruz. Bu yeni dönemde Valentin’in hayatı alt üst olurken Poppy Miller hızla ve şımarıkça yükselmeye başlıyor. Valentin sahip olduğu her şeyi, karısını, evini, mal varlığını teker teker kaybediyor. Filmin sonunda ise Valentin’e hayran Poppy’nin vefakar aşkıyla kendisi için yepyeni bir umut doğuyor.


Film, sinema sanatının sessiz dönemine bir saygı duruşu niteliğinde diyalogsuz, sessiz, siyah-beyaz ve saniyede 22 kare ile çekilmiş. Filmi sahnelere uygun efektlerle süslenmiş bir müzik eşliğinde izliyorsunuz. Ama sonuna kadar hiç sıkmadan izlettiriyor. Bu noktada da Jean Dujardin’in oyunculuğu ön plana çıkıyor. Mimikleri ve jestleri inanılmaz. Bence önemli ve üst düzey bir oyunculuk örneği sergilemiş. Filmin yazarlığı ve yönetmenliğini ise yine Oscar adayı Michel Hazanavicius üstlenmiş. Filmdeki nadir olan konuşmalar da tıpkı eski filmlerdeki gibi siyah zemin üzerine yazılmış yazılarla veriliyor. Sinema tarihinin başlangıç dönemlerine nostaljik bir yolculuk yapıyorsunuz.


‘The Artist’ son dönemlerde sıkça izlediğimiz ve içimize fenalık bastıran ticari filmlerden biri değil. Gerek konusu, gerek çekim teknikleri, gerek içerdiği oyunculukla bana kalırsa oldukça orijinal ve seyredilmeyi hak ediyor. 21. Yüzyılda artık sessiz film mi kalmış demeyin! Hiç replik barındırmayan bir film o kadar kuvvetli adayın arasından nasıl sıyrılıp da bu kadar ödülü hak etmiş kendi gözlerinizle görün.  

4 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Almodovar Filmi-İçinde Yaşadığım Deri


Şok edici, nefes kesici, cüretkar! Neden mi bahsediyorum? Tabii ki son Pedro Almodovar filmi ‘İçinde Yaşadığım Deri’ (The Skin I Live in-La Piel Que Habito)’den. Çok çarpıcı ve cesur bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Zaten Almodovar bizi şaşırtmayı hep sever. Fakat bu film farklı. İçinde Yaşadığım Deri için, Volver, Bad Education, All About My Mother, Broken Embraces gibi filmlerinden de tanıdığımız yönetmenin olgunluk dönemi eserlerinden biri diyebiliriz. Ayrıca yönetmen ilk kez bir kitap adaptasyonuyla karşımıza çıkıyor. Film, Fransız polisiye yazarı Thierry Jonquet’nin ‘Tarantula’ isimli eserinden uyarlanmış.


2011 Cannes Film Festivali’nde yarışma filmlerinden biri olan İçinde Yaşadığım Deri’nin başrollerini Antonio Banderas ve Elena Anaya üstleniyor. Bu sefer filmde Almodovar’ın şans meleği Penelope Cruz yokJ Antonio Banderas, senelerin birikimiyle rolünün altından başarıyla kalkmış. Esas şaşırtıcı olan yan rollerde görmeye alışık olduğumuz Elena Anaya’nın filmdeki başarılı performansı.


Filmin konusuna gelince: Bir araba kazasında yanarak son anda ölümden dönen karısını yanıklarından kurtarmak üzere evindeki laboratuarında uzun süren çalışmalar yapan başarılı estetik cerrahı Dr. Robert Ledgard , domuz-insan kanı karışımından elde ettiği yeni bir deri üretmeyi başarır. Fakat bu süre zarfında karısı yanmış görüntüsüne dayanamayarak intihar eder ve küçük kızları da buna şahit olur. Yaşadığı travma sonucunda uzun süren bir tedavi gören kız, sonunda büyür ve güzel bir genç kız olur.  Doktorların da tavsiyesiyle sosyalleşmek üzere babasıyla bir düğüne katılır. Bu düğünde başına psikolojisini daha da bozacak bir olay gelir ve daha sonra da kendini toparlayamaz zaten. Tedavi gördüğü klinikte aynı annesi gibi hayatına son verir. Tüm bu trajik olaylardan sonra filmde Dr. Ledgard’ın adeta bir şeytana dönüşüp akıl almaz bir yöntemle kızının intikamını almasına şahit oluyoruz. Filmin devamını elbette anlatmıyorum. Çünkü İçinde Yaşadığım Deri sonunu tahmin edebildiğiniz filmlerden değil. O yüzden sürprizli ve çarpıcı. Sürprizi kaçırmak istemem!


Filmin ilk yarım saati pek bir şey anlamıyorsunuz. İlk başta düğüm düğüm her şey. 40. dakikadan sonra film çözülmeye başlıyor ki çözülüş o çözülüş. Ağzınız açık kalıyor. Bu arada filmde çok cüretkar ve aykırı sahneler de var. Sizi şaşırtırken bazen rahatsız da edebiliyor. İçinde Yaşadığım Deri’de cinsel kimlik ve cinsiyet ayrımı gibi konular işlenmiş. Ayrıca film, yanlış anlaşılmaların olayları nasıl geri dönüşü olmayan noktalara getirebildiğini, kin duygusunun nasıl insanın içindeki şeytanı harekete geçirdiğini ve saplantıların ne kadar tehlikeli bir hal alabileceği fikirlerini vurguluyor. Muhteşem de bir finali var.


Bunlara ek olarak, film hakkında bir detaya daha değinmek istiyorum. Dr.Ledgard ölen karısı anısına yarattığı ateşe dayanıklı sentetik deriye ‘Gal’ adını veriyor.  Gal,  Yunan mitolojisinde geçen ‘Galatea’nın kısaltılmışı. Hikayeye göre yetenekli heykeltıraş Pygmalion o kadar kusursuz bir eser çıkarır ki kendi eserine aşık olur. Venüs ise onun yakarışlarına cevap vererek heykele hayat verir. Bu hikaye aslında psikolojik olarak erkeğin kadına yön verme,kadını domine etme ve kadını kendi istediği hale getirme eğilimini açıklar. Filmde bu hikayeye de gönderme yapılıyor. İzlediğinizde neden bahsettiğimi daha net anlayacaksınız.
Almodovar ve gerilim sevenlerdenseniz mutlaka İçinde Yaşadığım Deri’yi izlemenizi tavsiye ederim!

12 Ekim 2011 Çarşamba

Melancholia


Melancholia, Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in yeni filmi. Bu film, Cannes Film Festivali’ndeki gösteriminden sonra sanat eleştirmenleri tarafından bir ‘başyapıt’ olarak adlandırıldı ve Kristen Dunst’a ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazandırdı.
Lars von Trier’i, Bjork ve Catherine Deneuve’lü ‘Dancer in the Dark’, Nicole Kidman’lı ‘Dogville’ ve Willem Dafoe’li ‘Antichrist’ filmlerinin yönetmeni olarak tanıyoruz. Melancholia, Filmekimi’nde gösterimi olan filmler arasında en merak ettiğim filmdi çünkü yönetmenden yine kültleşmeye aday bir film bekliyordum. Örneğin Dogville, sahne sahne aklıma kazınmış filmlerdendir. Acaba Melancholia da öyle olabilecek miydi?


Film, iki kız kardeşi konu alıyor. Kardeşlerden Justine’i  Kristen Dunst, Claire’i Charlotte Gainsbourg oynuyor. Gainsbourg, en az Dunst kadar başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Filmin sonuna doğru yaşanan panik ve çaresizlik havasını seyirciye mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Filmde Justine’in eniştesini  ‘24’ dizisinden tanıdığımız Kiefer Sutherland, annesini Charlotte Rampling, babasını da John Hurt oynuyor. Oyuncu kadrosu anlayacağınız üzere kuvvetli.
Öncelikle söylemeliyim ki bu film öyle herkese göre değil. Oldukça ağır tempoda ilerliyor ve 2 saat 10’ sürüyor. Sembolik anlatımlardan ve alt metinleri irdelemekten hoşlanmıyorsanız size çok bir şey ifade etmeyecektir. Hatta çok sıkılabilirsiniz. O yüzden gerçekten merak ediyorsanız bu filmi izleyin.


Filmin ilk 10 dakikasında slow motion sürreel görüntüler eşliğinde dünyanın sonu senaryosunu izliyoruz.  Görüntülere Wagner’in ‘Tristan and Isolde’ operası eşlik ediyor. Claire’in kucağında küçük oğluyla golf sahasında bata çıka kaçışı, Justine’in gelinliğiyle ayağına dolanmış sarmaşıklarla ilerleme mücadelesi, Dünya’ya yaklaşan Melancholia gezegeninin görüntüsü, Justine’in atı Abraham’ın olduğu yere yığılışı ve büyük çarpışma hafızalara kazınıyor.


Sonra filmin ilk bölümü ‘Part I: Justine’ başlıyor. Herkes Justine ve müstakbel eşi Michael’in düğün yemeği onuruna toplanmış onları bekliyor. Kendi düğün yemeklerine 2 saat geç kalıyorlar. Kendine odaklı yaşayan çapkın bir baba, baba yüzünden evlilikten nefret etmiş bir anne ve bencil ve çıkarcı patron figürleri eşliğinde gergin bir düğün yemeği yeniyor. Gelin sürekli kaçıp bir yerlere sığınıyor. Lars von Trier, Dunst’ın başarıyla oynadığı Justine karakterini golf sahasında gelinliğini sıyırarak işetiyor ve tanımadığı biriyle seviştiriyor. Bu sahneler oldukça iddialı. Gelin en mutlu gecesinde o kadar mutsuz ki. Sahi neden o kadar mutsuz? Gelinin bu depresyonuna ilk başta bir anlam veremiyorsunuz.


Ardından filmin ikinci bölümü başlıyor: ‘ Part II: Claire’. Burada filmin tüm sırları çözülüyor. Herkesin bu mutsuzluğu ve depresyonu aslında Melancholia adlı gezegenin Dünya’ya çarpacağı korkusundan kaynaklanıyor. Bilim adamlarının bazıları gezegenin teğet geçeceğini ön görürken çoğu büyük bir çarpışmanın olacağını ve dünyanın sonunun geleceğini öne sürüyor. Lars von Trier kendi filmini ‘dünyanın sonu hakkında güzel bir film’ diye tanımlıyor zaten. Bu bölümde Gainsbourg’un oyunculuğu ön plana çıkıyor. O kadar endişeli ve panik halinde ki ne yapacağını bilemiyor. Kocası iyimser bir şekilde Melancholia’nın sadece güzel bir manzara oluşturacağını ve gelip geçeceğini savunuyor. Gerçi sonra işin aslının öyle olmadığını anlıyor ve bu gerçeği kaldıramayıp hayatına son veriyor. Justine ve Claire’in konuşmaları sırasında geçen şu cümleler akılda kalıyor: ‘Dünya çok kötü. Arkasından yas tutmaya değmez. Kimse onu özlemeyecek.’ Melancholia hızla yaklaşıyor. Önce Dünya üzerindeki tüm enerjiyi çekiyor. Sonra da kaçınılmaz son geliyor.


Filmden size şu kalıyor: Hayat, sadece Dünya üzerinde var ve çok kısa. Kıymetini bilin ve hayatınızı güzel yaşayın. Çünkü ne zaman sona ereceğini bilemezsiniz.
Filmekimi’nde kaçırdıysanız filmin ülkemizde vizyona girme tarihi 13 Ocak 2012. Dediğim gibi eğer gerçekten merak ediyorsanız bu filmi izleyin çünkü beğenip beğenmemeniz tamamen kişisel algınızla alakalı. Ama her şekilde sinematografik anlamda etkileyici görüntülerle ve aklınızda kalacak sahnelerle karşılaşacağınızı garanti ederim. İyi seyirler!

5 Eylül 2011 Pazartesi

Cannes


Madem ki bu blog kültürel deneyimlerim üzerine işe en taze, en yeni seyahat deneyimimle başlamak istedim. Bayram tatilimi ailemle Fransız Riviera'sının incisi Cannes'da geçirdim. Bu ilk gidişim değil aslında. Çocukluğumdan beri neredeyse her sene ailece ve dostlarımızla sık sık gittiğimiz bir yer. O yüzden Cannes'ı ve civarındaki şehirleri iyi tanıdığımı söyleyebilirim.


Öncelikle şehri bilmeyenler için biraz bilgi vereyim. Cannes, özellikle yaz aylarında kalabalıklaşan ve lüks yaşamı ve zenginliği sembolize eden bir şehir. Aslında oldukça küçük bir yerleşim alanı var. Denize paralel uzanan Boulevard de la Croisette'den ve bir arka paralel caddesi Rue D'Antibes'den oluşuyor. En iyi mağazalar, oteller, restaurant'lar Boulevard de la Croisette üzerinde bulunuyor. Aynı zamanda her sene mayıs ayında düzenlenen 'Le Festival de Cannes' (Cannes Film Festivali) bu caddenin sonunda yer alan 'Palais des Festivals et des Congres'de düzenleniyor. Hatırlarsanız bu sene Nuri Bilge Ceylan, 'Bir Zamanlar Anadolu'da' filmi ile jüri büyük ödülünü almıştı. Cannes Film Festivali uluslararası olarak düzenlenmekte ve Avrupa'daki en önemli 3 film festivalinden biri olma özelliği taşımaktadır.



Festival Sarayı'nı geçip marinaya doğru yürüyünce Cannes'ın Suquet bölgesine varılıyor ki bence burası şehrin en tipik yerlerinden biri. Suquet bölgesi 'Eski Cannes' olarak da geçiyor. Yokuş yukarı bir sokak üzerinde sağlı sollu tipik Fransız restaurant'ları ve souvenir'ciler yer alıyor. Sokağın tümünü yürümenizi öneririm. En sonunda kiliseye ve Cannes Kalesi'ne ulaşacaksınız ki buralar da görülmeye değer. Kaleden Cannes'ı kuş bakışı görmeniz mümkün.


Rue d'Antibes'de ise yine tatlı mağazalar ve kafeler var. Artık İstanbul'a tüm markalar geldiği için buradaki mağazalar pek enteresan gelmeyebilir ama hatırlıyorum da eskiden Sephora'ya girip alışveriş yapmak için ölürdüm :)



Biraz da deniz, güneş muhabbetine gelelim. Bence Cannes'ın denizi Cote d'Azur'ün en iyi denizlerinden biridir. Tabii asla bizim sahillerimizdeki gibi bir deniz beklemeyin. Öyle bir şey yok çünkü. Ama Nice'in çakıllı plajlarından ve Saint-Tropez'nin balçık gibi denizinden iyi olduğu kesin. 'Çok Muhterem Türk Sosyetesi'nin Saint-Tropez'ye bu kadar akın etmesine aldanmayın sakın, onlar sadece partilemeye gidiyor:) La Croisette'in deniz tarafı yan yana plajlardan oluşuyor. Bunların çoğu otellerin plajları. Aralarda özel plajlar da var. Ama tabii otelde kalıyorsunuz diye plajı size bedava kullandırmıyorlar. Cannes'da her adım attığınızda para ödemek zorundasınız. Plajlara özellikle yüksek sezonda rezervasyonla girebiliyorsunuz. Size şezlong, havlu ve şemsiye veriyorlar. İskele veya kumda güneşlenme opsiyonlarınız var. Tabii ki seçiminize göre bunların da fiyatları değişiyor. Genelde plajların kendi restaurant'ları var. Yemekler de süper oluyor. Öğlen yemeği için tercih edilebilir. Aslında bu restaurant'ların akşam servisleri de var ama ben pek tercih etmiyorum. Bir de yemekten sonra bazıları kulübe dönüyor. Yemekten sonra takılmak için iyi ama ayaklarınızın kumlanması muhtemel. O yüzden rahat ayakkabılar seçmenizi tavsiye ederim.




Nerede kalınır?




Benim önerim La Croisette üzerindeki otellerde kalınması. Dünyaca ünlü Hotel Martinez ve Intercontinental Carlton bu caddede bulunuyor. Festival zamanında dünyaca ünlü oyuncuları, yönetmenleri ve sinemacıları ağırlıyorlar. Normal zamanda da dünya zengini Arapları ve Rusları buralarda sıkça görmek mümkün. Bu otellerin önünde daha ancak dergilerde veya araba fuarlarında görebilme şansına eriştiğiniz ultra lüks arabalar görüyorsunuz ve ağzınız açık kalıyor. Yine Majestic Barriere, Grand Hotel ve JW Marriot (eski Hilton) önerebileceğim oteller arasında. Aslına bakarsanız bana en çok Grand Hotel sempatik gelir. Önünde koskocaman bir bahçesi var ve caddenin tam ortasında bulunduğu için çok merkezi. Otelin arka kapısı da Rue D'Antibes'e bağlanıyor. Ayrıca burada Martinez veya Carlton'daki gibi film setinden fırlamış gibi takılmanıza gerek yok. Otelin odaları da yenilendi ve oldukça modern ve şık oldu. Üst katında jakuzili bir süiti var. Arkadaşım olan bir çifte balayı için bu oteli önermiştim. Onlar da bu süiti tercih etmiş ve çok memnun kalmışlar. Tüm bunların dışında Rue D'Antibes'de daha uygun fiyatlı 3 ve 4 yıldızlı oteller bulunmakta. Bütçesi daha uygun bir seyahat düşünüyorsanız buradaki otellerde kalıp La Croisette üzerindekilerde içki, yemek ve plaj keyfi yapmanızı öneririm.


Nerede yenir?




Baoli: Hem restaurant, hem gece kulübü olarak hizmet veren Baoli, Port Canto'nun içinde bulunuyor. Akdeniz ve Asya mutfaklarının füzyonundan oluşan yemekleriyle size gastronomik bir deneyim yaşatan Baoli, ambiyansıyla da sizi içine çekiyor. Burada ünlü biriyle karşılaşma olasılığınız çok yüksek. Dünya jet set'inin de tercihi olan mekanın şefleri Christophe Caucino ve Pierre-Antoine Navarro. Yemeğinizi palmiyelerle çevrili bir bahçede localarda yiyorsunuz. İç mekan yemekten sonra gece kulübüne dönüyor ve eğlence devam ediyor. Aslında bana göre gece eğlencesi için gidilecek tek kaliteli yer. Ama özellikle hafta sonu rezervasyonsuz ve dame'sız girmek biraz zor. Baoli'nin la Croisette üzerinde özel bir plajı da bulunuyor.



La Palme d'Or: Hotel Martinez'de bulunan 2 Michelin yıldızlı gurme restaurant. Bana göre Cannes'ın en iyisi sayılabilir. Buranın uluslararası bir ünü var ve ambiyansı süper. Şefi Christian Sinicropi. Pazar ve Pazartesi servis vermiyorlar. Öğlen servisi de her gün olmuyor. Mutlaka rezervasyonlu gidilmeli çünkü az masa var ve sürekli dolular. Palme D'Or'da yiyebileceğiniz en güzel yemek Chateaubriand. Tadının damağınızda kalacağını ve tekrar oraya dönmek isteyeceğinizi garanti ederim. Tabii Chateaubriand istemeniz için en az 2 kişi olmanız gerekiyor. Ayrıca peynir tepsisi inanılmaz zengin. Bu tepsiden istediğiniz kadar peyniri seçip şarap keyfinizi tamamlayabilirsiniz. Bu arada elbette ki oldukça zengin bir şarap menüleri de bulunuyor. Listede Fransız şaraplarına ağırlık verilmiş. Seçtiğiniz şarapla doğru orantılı olarak hesabınız da değişiyor. Şarap fiyatları 100€'dan başlıyor ve 4000€'luk Chateau Margaux'lara kadar gidiyor. Bu arada Cannes'da ağustos ayında havai fişek gösterileri olur ve bu dönemde herkes sahilde bu gösteriyi izlemek için yerini alır. Bu günler için Palme D'Or'un hazırladığı özel bir menüsü de bulunuyor. Gösteriyi buradan izlemek muhteşem olsa gerek. Bu arada restaurant genellikle kapalı alandan oluşuyor ve sigara içilen masaları çok az. Eğer böyle bir masa istiyorsanız bunu rezervasyondan önce belirtmeniz gerekiyor.  


Le Relais des Semailles: Eski Cannes'a girdiğinizde karşınıza çıkan ilk restaurant'lardan biri. Oldukça şık bir dekorasyonu var. Yemeğinizi beyaz örtülü masalarda yediğiniz tipik bir Fransız restaurant'ı. Av etleri seviyorsanız ben size ördek, güvercin veya tavşan yemenizi öneririm.


Le Rendez-Vous: Festival Sarayı'nı geçince, Suquet'ye gelmeden yan yana yer alan balıkçılar göreceksiniz. Le Rendez-Vous bunlardan biri. 'Les Plateaux' adı verdikleri taze deniz mahsulleri tepsileriyle ünlü. En güzelleri 'Le Bateau Rouge' veya 'La Panache de Fruit de Mer'. Bu tepsiler, ayrıca bir ana yemek yiyecekseniz  3-4 kişinin paylaşmasına yetecek kadar büyük. Ana yemek olarak balık seviyorsanız taze balık veya 'Les Moules Marinieres a la Creme'(midye) önerim.




Felix: En sevdiğim restaurant'lardan biri. Fois Gras ile bir başlangıç yapıp et veya balık tercih edebilirsiniz. Ambiyansı da çok güzeldir.


Le Vesuvio: Cannes'ın ünlü pizzacısı. Şehri tanıyan herkes burayı bilir. Muhteşem pizzaları vardır. Pizza al tartufo veya Pizza Parma önerilerim arasında. Ayrıca bresaolası, etleri (osso bucco ve milanese tercihim) ve midyenin iyi olduğu sezonda moules marinieres'i de gayet lezzetlidir. Şarap olarak Pinot Grigio veya Sancere tercih edebilirsiniz.




Z-Plage: Martinez'in plaj restaurant'ı. Jambon blanc'lı baguette sandwich'i ve club sandwich'i oldukça doyurucu ve güzel.


Carlton Beach Restaurant: Öğlen yemeği için en iyi yerlerden biri. Çoğu masa Chateau Minuty Prestige Rose şarap tercih ediyor. Somon füme ve yengeç tabağı veya ıstakozlu Carlton salatası favorilerim.


Factory Cafe: Bir kapısı Rue d'Antibes, bir kapısı La Croisette'e açılan pasajın tam orta yerinde bulunan öğlen yemeği için uygun bir cafe. Menü, ünlü marka isimlerinden oluşuyor. Ben 'La Petit Ange' adlı keçi peynirli salataya bayılıyorum.


Le Notre: Rue d'Antibes'de bulunan bir cafe- pastane. Alış-veriş arasında kahve içmek, biraz macaron veya pasta yemek için uğrayabilirsiniz.


Nereden alış-veriş yapılır?




Grand Bazaar: Rue d'Antibes üzerinde bulunuyor. Birçok farklı markanın ve tasarımcının mallarını satıyor. Çok özel ve orijinal parçalar bulabiliyorsunuz. Pahalı bir mağaza ama her şeyin en güzeli buradadır. En azından gezmeye değer.


Dihn Van: Çok sevdiğim bir Fransız mücevher ve takı markası. Cannes'da da yerleri var. Renkli kayışlı bileklikleri hala çok in.


Zadig&Voltaire: Senelerdir çok severek takip ettiğim bir Fransız markası. Artık Beymen'de de bazı parçaları satılmaya başlandı. Özellikle kaşmir kazakları ve uzun kollu t-shirtleri çok şık. Casual chic giyinmek isteyenler için iyi bir tercih.


Vilebrequin: Saint-Tropez orijinli bir mayo firması. Cannes'da birkaç butiği var. Daha çok erkekler arasında moda olmasına rağmen kadınlar için de mayo tasarımları bulunuyor.


51 Montaigne: Seçkin markaların parçalarını bulabileceğiniz la Croisette üzerinde bir butik.


Cannes'da sıkıldınız...Peki etrafta ne var?


Size bahsedeceğim yerlerin sahil şeridindeki sıralaması şu şekilde:


St.Tropez- Cannes- Juan-les-Pins- Antibes- Nice- Villefranche-Monte Carlo- San Remo


Cannes’a en yakın sahil kasabaları Juan-les-Pins ve Antibes. Arabayla maksimum 30 dakika. İki kasaba yan yana. Aynı gün gezebilirsiniz. Juan-les-Pins benim favorimdir. Bodrum’un içi gibi düşün. Barlar ve restaurantlar çok tatlı. Her yer geç saate kadar açıktır. Ayrıca burada dünyaca ünlü gurme restoranlar da bulmanız mümkün.  Denize girmek için de burası güzeldir. Tüm sahil şeridinde en iyi denizlerden biri diyebilirim. Tüm gününüzü geçirebileceğiniz bir yer özetle.

Nice: Tüm sahil şeridinin bağlı olduğu ana şehir ve Cannes'dan daha büyük. Zaten havaalanı da burada. Yani Cannes'a veya başka bir sahil kasabasına gitmek için Nice'deki 'Aeroport Nice Cote d'Azur'ü kullanıyorsunuz. Kışın da oldukça yoğun bir popülasyonu olan Nice aynı zamanda öğrenci şehri de sayılıyor. Denize girmek için çok tavsiye etmem çünkü sahili çok çakıl taşlıdır. Ana caddesi Promenade des Anglais. Ama esas mağazalar, restaurantlar, caffeler arka paralelde bulunuyor.


Villefranche: Nice’e çok yakın bir sahil kasabası. Ben bir gemi seyahatine çıktığımda orda inip Nice’e geçmiştim. 15 dak. araları. Ben gittiğimde kıştı ama çok tatlı gözüküyordu. Ufacık, tipik bir yer. Vakit olursa gezilebilir. Ama ‘must’ değil.


Monte Carlo: Dünyanın en zengin yerlerinden biri. Başlıbaşına bir yazı konusu olduğu için kısa geçeceğim. Hotel de Paris buranın en ünlü oteli. Kumarhanesi ile de ünlü. Kafesinde oturduğunuzda  herhangi bir ünlüyle karşılaşmanız muhtemel. Formula Grand Prix parkurları da bu otelin önünden geçiyor. Geç saate kalırsanız Jimmy’z buranın en ünlü gece kulübü. Yılbaşı partileri de çok güzel oluyor.


San Remo: Cote d'Azur İtalya sahillerine bağlanıyor. San Remo çok tatlı bir yer. Cumartesi günleri pazarı oluyor. Herkes oraya akın ediyor. Değişik biryer görmek isterseniz geçebilirsiniz.


St. Tropez: Tüm yukarda saydıklarıma göre Saint Tropez ters tarafta kalıyor. O yüzden ona başlı başına bir gün ayırmanız gerekiyor. Sahilden manzarayı izleyerek gidebilirsiniz ama yol virajlı ve uzundur. Bir de ‘high way’ var. Mutlaka bir harita edinin zaten. St. Tropez’nin içinde marinasının da bulunduğu bir kasabası var. Tekneleri görünce aklınız uçacak. Gerçi artık Bodrum koylarında da bu ebatta tekneler görmek mümkün. Ayrıca bir de beach clubların olduğu plajı var. Burası kasabanın dışında. Bir süredir gitmiyorum ama plaj olarak en popüler olanlar: Nicky Beach ve La Voile Rouge. La Voile Rouge denize paralel, Nicky Beach biraz daha geride kalıyor. Denize yürümek gerekiyor. Ama zaten olay havuz kenarında partilemek. Öğlen yemeği beachlerin içindeki restaurant’larda yeniyor. O sırada modeller masaların arasından geçerek bikini defilesi yapıyorlar. Akşamüstü de millet kopuyor. İşin raconu Magnum şampanya açtırıp birbirini ıslatmak:) Mutlaka görülmeye değer. Önce beach’e gidip arkasından St. Tropez’nin içini gezmek daha mantıklı. Ama dönüş yolunuz uzun olacak. Vaktinizi iyi ayarlayın!


Mougins: Cannes’ın üstlerine denk gelen tepede bulunan bir kasaba. Burası da oldukça tipiktir. Bir çok gurme restoran vardır. Akşam yemeği için tercih edebilirsiniz.