30 Ocak 2012 Pazartesi

The Artist


İnanılmaz tatlı, sıcacık, çikolatalı sufle gibi bir film! Neden mi bahsediyorum? Bu seneki Oscar adayları arasında izlemeyi en merakla beklediğim ‘The Artist’ten. Sonunda izledim ve hepinize de izlemenizi tavsiye ediyorum. Film, sizi alıp başka bir diyara götürüyor. Son derece sempatik, romantik ve emek harcanmış bir film. The Artist, Golden Globe 2012’de Komedi/Müzikal dalında en iyi film ödülünü alırken aynı zamanda Jean Dujardin’e muhteşem oyunculuğuyla Komedi/Müzikal dalında en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırdı. Yine 2011 Cannes Film Festivali’nde Jean Dujardin, bu filmdeki rolüyle en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Daha bir çok ödül alan ‘The Artist’, en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu da dahil toplam 10 dalda Oscar adayı oldu. George Clooney’nin ‘The Descendants’ını henüz izlemedim ama Dujardin’in bu filmdeki performansı ‘Moneyball’daki Brad Pitt performansına kesinlikle basar. Bence Jean Dujardin favori adaylardan. 26 Şubat’ta birlikte izleyip göreceğiz.


Film, sinema tarihinde önemli bir dönüm noktası olan teknolojik devrimi konu alıyor: Sesin sinemaya girişi. Bildiğiniz üzere 1920’li yılların sonuna kadar sinemada ses yoktu. Oyuncular, sadece jest ve mimiklerle izleyiciye duyguları aktarır ve sinema salonlarında canlı bir orkestra eşliğinde filmler izlenirdi. Eski Charlie Chaplin filmlerinden de gayet net hatırlarsınız. Daha sonra ses, sinemaya girdi ve bu dönemde birçok sanatçının kariyeri olumsuz yönde etkilendi. ‘The Artist’ işte tam da bu sessiz sinemadan sesliye geçiş dönemini anlatıyor. Başrol oyuncumuz George Valentin (Jean Dujardin) sessiz sinemanın en karizmatik ve jön yıldızlarından biri. Oynadığı her film büyük başarı kazanan Valentin’in güzel bir eşi, görkemli bir evi ve büyük bir hayran kitlesi var. Bu sırada filmlerde dansçı ve figüran olan Poppy Miller (Berenice Bejo)’la tanışıyor. Genç kız da kendisine hayran. Daha sonra sesin sinemaya girişini ve eski dönemdeki yıldızların gözden düşmesini izliyoruz. Bu yeni dönemde Valentin’in hayatı alt üst olurken Poppy Miller hızla ve şımarıkça yükselmeye başlıyor. Valentin sahip olduğu her şeyi, karısını, evini, mal varlığını teker teker kaybediyor. Filmin sonunda ise Valentin’e hayran Poppy’nin vefakar aşkıyla kendisi için yepyeni bir umut doğuyor.


Film, sinema sanatının sessiz dönemine bir saygı duruşu niteliğinde diyalogsuz, sessiz, siyah-beyaz ve saniyede 22 kare ile çekilmiş. Filmi sahnelere uygun efektlerle süslenmiş bir müzik eşliğinde izliyorsunuz. Ama sonuna kadar hiç sıkmadan izlettiriyor. Bu noktada da Jean Dujardin’in oyunculuğu ön plana çıkıyor. Mimikleri ve jestleri inanılmaz. Bence önemli ve üst düzey bir oyunculuk örneği sergilemiş. Filmin yazarlığı ve yönetmenliğini ise yine Oscar adayı Michel Hazanavicius üstlenmiş. Filmdeki nadir olan konuşmalar da tıpkı eski filmlerdeki gibi siyah zemin üzerine yazılmış yazılarla veriliyor. Sinema tarihinin başlangıç dönemlerine nostaljik bir yolculuk yapıyorsunuz.


‘The Artist’ son dönemlerde sıkça izlediğimiz ve içimize fenalık bastıran ticari filmlerden biri değil. Gerek konusu, gerek çekim teknikleri, gerek içerdiği oyunculukla bana kalırsa oldukça orijinal ve seyredilmeyi hak ediyor. 21. Yüzyılda artık sessiz film mi kalmış demeyin! Hiç replik barındırmayan bir film o kadar kuvvetli adayın arasından nasıl sıyrılıp da bu kadar ödülü hak etmiş kendi gözlerinizle görün.  

19 Ocak 2012 Perşembe

Buyursunlar Efendim! Fotoğraf Sergisi


Sağımız solumuz koskoca süper marketler, dev alış-veriş merkezleri ve restoran zincirleri…Hani çok eskiden mahalle bakkalları, kırtasiye dükkanları, kıraathaneler, nalburlar filan vardı. Ne oldu onlara? Son 10 yılda acaba her şey çok mu farklılaştı ve gelişti? Tutunamadı mı küçük olanlar? Yok olmaya mahkum mu oldular?
Kuzguncuk’taki Harmony Galeri’de şu sıralar çok ilginç bir sergi var. Adı, ‘Buyursunlar efendim! Bir semtin esnafıyla yüzyüze’. Bu, bir belgesel fotoğraf sergisi. Serginin sponsoru Koç Holding. Fotoğrafları ise Hanna Rutishauser çekmiş. Sergide, 2009 ila 2011 yılları arasında çekilmiş Kuzguncuk semtinde dükkan sahibi, çalışan, kalfa, usta, satıcı, tezgahtar, ayakçı vs. olarak çalışan birçok insanın portresini görüyorsunuz.
Kuzguncuk, İstanbul’un ve Boğaz’ın bozulmamış son semtlerinden biri. Eski Kuzguncuklular aslında şu anki durumdan bile şikayetçi. Onlar semtin çok bozulduğunu düşünüyor. Hatta fazla Kuzguncuk reklamı da yapılsın istemiyorlar. Çok fazla dışarıdan insan geliyormuş, gittikçe çekilmez bir hal alıyormuş, Kuzguncuk yozlaşıyormuş, her taraf cafe olmuş vs. Belki de haklılar. İnsanların dokundukları her şeyi bozma eğilimi var çünkü. Dokunulmazsa, bilinmezse bozulamaz da…
Serginin esas amacı ise bir mahalledeki çalışma hayatı fotoğraflarla belgelemek ve arşivlemek. Ama bence fotoğrafçı gidişatın farkına varmış ve değişen ekonomik şartlar sebebiyle yakında bu insanların artık burada olmayabileceği gerçeğini düşünerek böyle bir çalışma yapmış. Esnaftan 90 kişi bu sergiye destek vermiş ve fotoğrafının çekilmesine izin vermiş. Fotoğraflar, oldukça güncel. Bugün Kuzguncuk’ta gezerken rastlayabileceğiniz yüzler. Bunun yanında proje süresince aramızdan ayrılanlar olmuş. Örneğin 2010’da vefat eden kırtasiyeci Ziya Amca’nın fotoğrafı hoş bir anı olarak asılı galerinin duvarında.
Fotoğraflarda, esnafı kendi ortamlarında ve doğal hallerinde görüyorsunuz. Kuzguncuk’ta geçen sene de, ‘Buyursunlar efendim!Kuzguncuk esnafı anlatıyor’ adlı bir proje yapılmıştı. Kuzguncuklu esnaf Kuzguncuk’la ilgili anılarını dinleyicilerle paylaşmıştı. Bu proje de onun görsel devamı niteliğinde. İster Kuzguncuklu olun, ister semti hiç bilmeyin fark etmez. Bence yolunuzu Harmony Galeri’ye düşürüp belgesel izler gibi bu sergiyi gezin. Kaybolmaya yüz tutmuş mahalle esnafı konseptini inceleyin. Kim bilir belki bir daha fırsat bulamazsınız. Sergi, 28 Ocak’a kadar izlenebilir.

17 Ocak 2012 Salı

Londra


Londra, benim rüya şehirlerimden biri. Şehre her gidişimde mutluluktan adeta gözlerim parlıyor. Hep derim zaten, havası bu kadar kötü olmasa dünya üzerinde yaşanacak en güzel yer. Eminim ki Londra’yı birçoğunuz gayet iyi tanıyorsunuz. O yüzden bu yazıda şehri tanıtmaktan çok yeme-içme ve eğlence üzerine önerilerimi yazmayı tercih ettim. Umarım keyifle okursunuz.

Sabah kahvaltısı nerde edilir?


Gran Caffe: Sabah kahvaltısı ya da brunch için Knightsbridge’de bulunan Gran Caffe’yi öneririm. Kesinlikle croissant’ları, Croque Monsieur ve Croque Madame’ı ve pastaları müthiş! Zaten Harrods’ın bitişiğinde yer alan Gran Caffe, caffe olarak hizmet vermesinin dışında başarılı bir pastane. Öyle ki birçok kişi düğün pastasını burada yaptırıyor. Taze sıkılmış portakal suyu ve kahve eşliğinde edeceğiniz kahvaltınız size tüm gün yetecek enerjiyi verecektir diye düşünüyorum.

Öğle yemeği nerde yenir?


Zafferano: Hala Londra’nın en ‘in’ İtalyan restaurant’larından biri. Michelin yıldızlı ve kalitesini bozmamış bir mekan. Öğlen menüsünde Bresaola’dan Insalata di Carciofi’ye, Linguine con Aragosta’dan Anatra Arrosto al Miele’ye kadar birçok lezzet var. Chocolate Fondant’ı da bir harika. Şık ve lezzetli bir öğle yemeği için tercih edilebilir.


Aubaine: Londra’nın birçok noktasında olan bir zincir. Ben alış-veriş arasında Selfridges’dekinde yemeyi seviyorum. Aubaine, Oxford Street üzerinde yer alan Selfridges’in 2. katında yer alıyor. Bizim Kichenette’lere benziyor. İnanılmaz güzel çeşit çeşit ev yapımı ekmekler getiriyorlar. Yemeği beklerken dayanamayıp yiyorsunuz tabii. Akdeniz Mutfağı’ndan lezzetler sunan restaurant’ın tatlıları inanılmaz. Brunch için de tercih edebileceğiniz bir yer.


Joe’s: Sloane Street’de bulunan Joseph mağazasının alt katında yer alan Joe’s benim favori öğle yemeği mekanlarımdan biridir. Zamanında çok popülerdi. Acayip şıklık olurdu. Şimdi biraz Araplar basmış ama yine de alış-veriş arası vermek için ideal. Club sandwich’i ve salataları harika. Siparişinize bir kadeh de rose şarap eklerseniz keyfinize diyecek yok.


Harrods Food Court: Ben öğle yemeği için Harrods’ın en alt katında bulunan büfelere bayılıyorum. Burası Harrods’ın yeme-içme bölümü. Hem birçok ürün satılıyor hem de pratik bir şekilde yemek işini halledebiliyorsunuz. Birçok seçeneğiniz var. Rotisserie’de dana, tavuk, kuzu, ördek ve daha birçok et çeşidini bulabilirsiniz. Sushi Bar’ın taze yapılmış sushi’lerinden atıştırabilirsiniz. Ya da Caviar House Oyster Bar’da bir kadeh şampanya eşliğinde havyar ve taze deniz mahsüllerinin tadını çıkarabilirsiniz. Bunların hiç birinde masa düzeni yok. Yemeğinizi bar sandalyelerinin üzerinde yiyorsunuz ama bence gayet keyifli.


Tom’s Kitchen: Ünlü şef Tom Aikens’ın Chelsea’de bulunan brasserie’si Tom’s Kitchen günün her saati dolu. Sabah, öğlen, akşam istediğiniz zaman gidip bir şeyler atıştırmak için çok uygun. Ben akşam gidecek daha iyi restaurant’lar olduğu için öğlen veya akşamüstü gitmenizi tavsiye ediyorum. Bu arada bildiğiniz üzere İstanbul Doors Group 2011 yılında başarılı bir girişimle Tom Aikens grubunu bünyesine kattı. Yani bu durumda Tom’s Kitchen’da yemek yemek herhangi bir Kichenette’de yemek yemekten pek farklı değil! Sonuçta aynı müesseseJ

İngilizlerin meşhur 5 çayına nereye gidilir?


Fortnum&Mason: Çocukluğumda annem beni çay saatine buraya götürürdü. O yüzden anılarımda güzel bir yeri var. Zaten Fortnum’un çayları ve kahveleri çok meşhur. Birbirinden güzel sandwich, cup cake, pasta ve kurabiyeler eşliğinde keyifle çayınızı içebileceğiniz bir yer. Kendinizi İngiliz filmlerinden birinin içinde hissedebilirsiniz. Fortnum&Mason’ın içinde The Parlour, The Gallery, The Fountain gibi çay saati için tercih edebileceğiniz birçok ayrı mekan mevcut. Seçim sizin. Ayrıca evinize götürmek üzere mağazanın özel yapım çay ve kahvelerinden de alabilirsiniz.


The Dorchester: Londra’nın tartışmasız en lüks ve iyi otellerinden biri. Belki de en iyisi.  Park Lane’de bulunan otel girer girmez sizi büyülüyor. Günün çeşitli saatlerinde, The Promenade ve The Spatisserie adlı mekanlarında çay servisi sunuyorlar. Bu arada ‘UK Tea Council’ diye bir organizasyon var. Kurul, yüksek standartta çay servisi yapılmasını teşvik etmek amacıyla ‘The Tea Guild’ adlı bir ödül yaratmış. Ödüle sahip yerleri de rehber bir kitapçıkta toplamışlar. Aynen Michelin yıldızı gibi. İşte The Dorchester’ın içindeki ‘The Promenade’ kalitesinden ödün vermeden, senelerdir üst üste bu ödülü alıyor. Burada yaşayacağınız çay saati deneyimi öyle sıradan bir şey değil. Çayın yanında size şampanya servisi de yapıyorlar. Harika finger sandwich’leri, quiche’leri, pastaları ve şimdiye kadar hiç denemediğiniz kadar çay seçenekleri mevcut. Tam bir İngiliz gibi hissetmek isterseniz çayınızı sütle için derimJ

Akşam yemeği nerede yenir?


Asia de Cuba: Favori Asia de Cuba’m, Los Angeles’taki ama Londra’dakinin de yeri ayrı. İsminden de tahmin ettiğiniz üzere Asya ve Küba mutfağının birleşiminden oluşmuş bir menüleri var. Füzyon mutfağının temsilcisi en iyi restaurant’lardan biri. Londra’daki Saint Martins Lane Hotel’in içinde bulunuyor. Otelin lobisi Philippe Stark tarafından dekore edilmiş. Girer girmez büyüleniyorsunuz. Lobide ilerleyince solda Asia de Cuba bulunuyor. Çok tatlı bir barı var. Aydınlık, cıvıl cıvıl bir mekan. Dekorasyon, kullanılan objeler, duvarlardaki fotoğraflar ilginizi çekiyor. Yemeği ortaya söyleyip paylaşmanız gerek. Daha fazla yemek deneyebilmek için yine kalabalık gitmenizde yarar var. Benim önerilerim şunlar: Calamari Salad ‘Asia de Cuba’, ‘Ropa Vieja’ of Duck, Beef Dumplings Two Ways, Asian Spiced Pork Spare Ribs, Miso Cured Black Cod, Grilled Strip Steak ve tabii ki Lobster Pad Thai. Side dish olarak da Shanghai Noddles Udon alabilirsiniz. Yanına da bir Chateauneuf du Pape açtırırsanız keyfinizi tamamlayacaktır. Aslına bakarsanız Asia de Cuba’da yemek deneyimi herkesin kişiselleştirmesi gereken bir şey. Çok farklı lezzetler keşfediyorsunuz. Bazıları hoşunuza gitmeyebilir. O yüzden çok fazla fikir beyan edemiyorum. Deneyin ve kendi favori menünüzü kendiniz yaratın derim.


Zuma: Çağdaş Japon mutfağının eşsiz lezzetlerini sunan Zuma London Knightsbridge’de bulunuyor. Restaurant’ın Tokyo’nun ünlü mimarlık ve tasarım ofisi ‘Super Potato’ tarafından yapılan dekorasyonu aynen Zuma İstanbul’a benziyor. Yemek öncesi içki keyfi yapmak isterseniz Sake Bar’da takılabiliyorsunuz. İster ana yemek salonunda ister sushi barda yemeğinizin tadını çıkarmanız mümkün. Ben kesinlikle Zuma’nın sushi’lerini, Black Cod’unu ve Spicy Beef Tenderloin’unu tavsiye ederim.


C London: Yani nam-ı diğer Cipriani. Ambiyansı müthiş, enerjisi çok yüksek. Gerçek bir İtalyan restaurant’ı. Cipriani İstanbul’un dekorasyonunun neredeyse aynısı. Bizimki buradan kopya edilmiş tabii ki. Bu konuda Venedik ve New York’taki Cipriani’lerden ayrışıyor. Restaurant’ın büyüklüğü bizimkinin iki katı. Ekipte tanıdık simalara rastlıyorsunuz. Kuruluş aşamasında bazıları İstanbul’da da görev almıştı. Arzu ederseniz sizi yine Bellini’yle karşılıyorlar. Yemekler her zamanki gibi müthiş. Ben Carpaccio’suna, Tagliolini con prosciutto cotto’suna, Osso Buco’suna ve Cotoletta alla Milanese’sine bayılıyorum. Kalabalık olmasına rağmen servis aksamıyor ve garsonlar oldukça ilgili. Müşteriler ise çok şık ve hoş gözüküyorlar. Küçük çaplı bir mücevher ve moda show’u izliyor gibisiniz. Kaliteli bir mekan olduğunu hissettiriyor. Etrafınıza bakınarak tüm gecenizi geçiriyorsunuz. Fiyat tabii ki İtalyan yemeği için biraz ‘tuzlu’ ama kaliteli bir yemek için değer bence. Mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. 


Hakkasan: Off, bizimki neden kapandı ki sanki? Bence dünya üzerinde en lezzetli ördek yapan restaurant’lardan biri. Londra’daki Hakkasan şehrin en kaliteli ve zengin bölgelerinden olan Mayfair’de bulunuyor. İçerisi oldukça karanlık. Ben restaurant’larda loş ışık pek sevmem aslında. İçime kasvet basıveriyor ve şarap uykumu getiriyor. Ama lezzetli yemek için her şeye değer. Hakkasan’ın uzunca bir barı var. Yemekten önce orada takılmak adeta bir ritüel. Daha sonra masanıza geçiyorsunuz. Restaurant localardan ve bölmelerden oluşuyor. Müşterilerin birbirini görebildiği geniş bir yemek salonu yok. Biraz izole yemek yiyorsunuz. Hatırlarsanız Hakkasan İstanbul’un tutmamasının en büyük sebeplerinden biri olarak Türk insanının restaurant’da bu kadar yüklü bir hesap ödüyorsa diğer müşterileri görme ve kendini gösterme isteği ve Hakkasan’ın bu talebi karşılamayışı gösterilmişti. Ama oldukça şık ve kaliteli bir restaurant olduğu kesin. Gelelim ne yenebileceğine. Mutlaka ve mutlaka ‘Peking Duck with Royal Beluga Caviar’ yenmeli! Ördeğin kendisi zaten başlı başına bir lezzet. Bir de derisini marshmallow üzerinde servis etmiyorlar mı eriyip bitiyorsunuz. Tabii bu yemeği yemek için 1 gün önceden ördek siparişi vermeniz gerekiyor. Rezervasyon yaptırırken bunu da söylemeyi unutmayın. Gerçi şanslıysanız fazladan ördekleri de bulunuyor ve siparişe gerek kalmıyor. Ama siz yine de riske atmayın derim. Bu arada menüde sesame prawn toast with foie gras, Alaskan Royal King crab, Australian lobster, Duke of Berkshire pork gibi eşsiz lezzetler de bulunuyor. Her şeyden biraz denemeniz için kalabalık bir grupla gitmenizi öneriyorum. Öyle daha keyifli oluyor!


Nobu: İşte İstanbul’a henüz gelmemiş bir restaurant zinciri yakaladık sonunda! Ama yakında açılacağını da duydum bu arada. Aman eksik kalmayalımJ Londra’daki tartışmasız en iyi Japon mutfağı diyebilirim. Old Park Lane’de bulunan Metropolitan Hotel’in içinde yer alıyor. Restaurant’ın ortakları arasında başarılı aktör Robert de Niro da var. Nobu da aynı Zuma gibi sadece döşenmiş bir restaurant. Dekorasyonda daha çok ahşap ve doğal taşlar kullanılmış. 150 kişilik oturma kapasitesi ve bir sushi bar’ı var. Oturduğunuz yerden de Hide Park’ın muhteşem manzarasını görüyorsunuz. Yemek konusunda önerilerim elbette ki sashimi ve sushi roll’lar. Zaten Nobu sushi’leriyle ünlü. Bunun dışında tartar severseniz Salmon Tartar with Caviar, Tuna Tataki with Ponzu, Black Cod with Miso ve Lobster Tempura with Creamy Wasabi önerilerim arasında. İyi bir şarap ya da (bana ağır geliyor ama) sake yemeğinizi tamamlamak için güzel olacaktır diye düşünüyorum. Menüde sake ile hazırlanmış birçok kokteyl de var. Bu arada Nobu, Michelin yıldızlı bir restaurant. Bence Londra’nın mutlaka görülmesi gereken mekanlarından. Şiddetle tavsiye ederim!


Suka: Londra’nın lüks otellerinden biri olan Sanderson Hotel’in içinde yer alan Suka, otantik Malezya mutfağının farklı lezzetlerini sunuyor. Suka’nın dekorasyonu Paris kökenli mimar ve tasarımcı India Mahdavi tarafından yapılmış. Hem Sanderson Hotel’in şık atmosferini yaşıyorsunuz hem de mekan size rahat bir akşam yemeği keyfi sunuyor. Malezyalı bir şefi var. Menüde Malezya sokak yemeklerinden zengin bir seçki bulacaksınız. Farklı bir yemek deneyimi için önerebileceğim yerlerden biri.


Benihana: Muhtemelen artık modası kalmadı ve ben de uzun senelerdir gitmiyorum ama yine de yazmadan geçemeyeceğim. Çünkü çocukluğumun güzel anıları arasındadır ailece ‘Benihana Akşamları’. Benihana Restaurant Zinciri ilk olarak 1964’te New York’ta hizmet vermeye başlıyor. O kadar eskiler yani! Restaurant’ın özelliği egzotik Japon mutfağını ‘Hibachi Grill’ denilen özel masalarda önünüzde pişirip servis etmeleri. Tabii ki bunu eğlenceli bir show haline getirmişler. O akşam size yemeğinizi hazırlayacak olan aşçınız önce gelip kendini tanıtıyor. Sonra et mi, tavuk mu, karides mi yemek istediğinizi soruyor. Daha sonra da gözünüzün önünde show yaparak yemeğinizi pişirmeye başlıyor. Buna ‘teppan-yaki’ stili deniyor. Siz U şeklinde grill’in etrafında oturuyorsunuz. Bence çok eğlenceli. Daha önce gitmediyseniz bir deneyin derim!


Sale e Pepe: Yine bir İtalyan. Hatta tam İtalyan! Kapıda sizi güler yüzle, iltifatlarla karşılıyorlar ve masanıza geçene kadar barda Bellini ikram ediyorlar. Masalar sık aralıklarla yerleştirilmiş. İçerde sürekli bir uğultu var. Belli bir yerden sonra kendi konuştuğunuzu duymadığınızı fark ediyorsunuz ve siz de bağırmaya başlıyorsunuz. Londra’da değil de Roma’daymışsınız hissi veriyor. Çalışanların hepsi İtalyan ve 30 senedir Knightsbridge’de hizmet veriyorlar. Pasta’ları, özellikle lobster’lı olanı muhteşem!

Gece Nerede Eğlenilir?


Cirque du Soir: Cirque du Soir, Londra’nın yeni gece kulüplerinden biri. Adından da anlayabileceğiniz gibi size bir ‘Cirque de Soleil’ eğlencesi sunuyorlar. Aslında bizim Cahide’ye benziyor. Londra’daki çoğu kulüp gibi yer altında. Merdivenlerden inerken show başlıyor. Köşe başında kostümüyle oturmuş bir kız keman çalarak sizi karşılıyor. Girer girmez vitrinlerin içinde yine ilginç kostümlü performansçıların show’unu görüyorsunuz. Masanıza geçtikten sonra da gecenin ilerleyen saatlerinde kulübün ortasındaki sahnede ve çeşitli yerlerinde gösteri ekip gösteri yapıyor. Striptizcilerden palyaçolara, cücelerden devlere her türlüsü var. Biraz ürkütücü bile diyebilirim. Bu arada kulüpte ‘Jumbo’ boy dedikleri (neredeyse benim boyumdaJ)vodka ve şampanya açtırmak çok ‘in’. Jumbo şampanyalar Star Wars müziği eşliğinde geliyor. Kulübün müdavimleri arasında Lady Gaga, Leonardo di Caprio, Usher, Black Eyed Peas gibi isimler var. Kulübün bir şubesi de Dubai’de bulunuyor.


Luxx: Burası da yine yer altı kulüplerden. Mayfair’de Cielo Restaurant’ın altında bulunuyor. İnce uzun, koridor gibi karanlık bir yer aslında ama butik hizmet veriyor. Dekorasyonunda LED ışıklar ve aynalar dikkati çekiyor. Cool ve posh bir kulüp. Yine burada da bir şampanya ve açtırma trend’i mevcut. Dünyaca ünlü birçok DJ’i ağırlıyorlar. Oldukça popüler. Kapısında uzun kuyruklar oluşuyor. Zaten buranın bir kulüp olduğunu da bu şekilde anlıyorsunuz. Sorun yaşamamanız için rezervasyonlu gitmenizde fayda var.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Çağdaş Batı Sanatının Büyük Ustalarından Tasarım Mücevherler


Sevgili Maya Portakal’ın ev sahipliğini yaptığı ‘Çağdaş Batı Sanatının Büyük Ustalarından Tasarım Mücevherler’ sergisi, 12 Ocak’ta Portakal Sanat ve Kültür Evi’nde düzenlenen bir kokteylle açılışını yaptı. Sergide, daha çok enstalasyon ve heykelleriyle tanıdığımız sanatçıların bu sefer tasarladıkları mücevherleri görüyoruz. Hepsi birbirinden eşsiz ve büyüleyici olan bu tasarımlar elbette ki sınırlı sayıda üretilmiş. Sergide yer alan ve güncel sanat alanında birer değer olan isimler ise şunlar: Anish Kapoor, Damien Hirst, Alexander Calder, Claude Lalanne, Marc Quinn, Tim Noble & Sue Webster


Sergiyi gezerken parçaları sıradan mücevherler olarak değil de birer sanat eseri olarak görmenizi öneririm. Gerçekten de her biri üzerinizde taşıyabileceğiniz heykelcikler olarak tasarlanmış adeta. Zaten hepsinin üzerinde tasarımcısının imzası var. Parçaların her biri farklı sanatçılara ait olsa bile sergide bir bütünlük var. Belli ki her bir eser özenle seçilmiş ve bir araya getirilmiş. Yüzük, kol düğmesi, kolye, bilezik, broş ve çanta gibi 35 parçadan oluşan sergi İngiliz koleksiyoner ve galerici Louisa Guinness’in koleksiyonundan derlemiş. (www.louisaguinnessgallery.com)


Sergide ilgimi çeken parçalar Anish Kapoor’un 10 edisyonlu Water Ring’i, Damien Hirst’in 2004 yılına ait tasarımı Pill Charm Bracelet, Tim Noble&Sue Webster tasarımı Fucking Beautiful Bracelet ve Marc Quinn’in Orchid serisi oldu. Bu arada sergi satış amaçlı. Mücevherlerin fiyatları 15 bin ila 470 bin TL arasında değişiyor. Merak edenler 28 Ocak tarihine kadar Portakal Sanat ve Kültür Evi’nde sergiyi gezebilirler.

4 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Almodovar Filmi-İçinde Yaşadığım Deri


Şok edici, nefes kesici, cüretkar! Neden mi bahsediyorum? Tabii ki son Pedro Almodovar filmi ‘İçinde Yaşadığım Deri’ (The Skin I Live in-La Piel Que Habito)’den. Çok çarpıcı ve cesur bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Zaten Almodovar bizi şaşırtmayı hep sever. Fakat bu film farklı. İçinde Yaşadığım Deri için, Volver, Bad Education, All About My Mother, Broken Embraces gibi filmlerinden de tanıdığımız yönetmenin olgunluk dönemi eserlerinden biri diyebiliriz. Ayrıca yönetmen ilk kez bir kitap adaptasyonuyla karşımıza çıkıyor. Film, Fransız polisiye yazarı Thierry Jonquet’nin ‘Tarantula’ isimli eserinden uyarlanmış.


2011 Cannes Film Festivali’nde yarışma filmlerinden biri olan İçinde Yaşadığım Deri’nin başrollerini Antonio Banderas ve Elena Anaya üstleniyor. Bu sefer filmde Almodovar’ın şans meleği Penelope Cruz yokJ Antonio Banderas, senelerin birikimiyle rolünün altından başarıyla kalkmış. Esas şaşırtıcı olan yan rollerde görmeye alışık olduğumuz Elena Anaya’nın filmdeki başarılı performansı.


Filmin konusuna gelince: Bir araba kazasında yanarak son anda ölümden dönen karısını yanıklarından kurtarmak üzere evindeki laboratuarında uzun süren çalışmalar yapan başarılı estetik cerrahı Dr. Robert Ledgard , domuz-insan kanı karışımından elde ettiği yeni bir deri üretmeyi başarır. Fakat bu süre zarfında karısı yanmış görüntüsüne dayanamayarak intihar eder ve küçük kızları da buna şahit olur. Yaşadığı travma sonucunda uzun süren bir tedavi gören kız, sonunda büyür ve güzel bir genç kız olur.  Doktorların da tavsiyesiyle sosyalleşmek üzere babasıyla bir düğüne katılır. Bu düğünde başına psikolojisini daha da bozacak bir olay gelir ve daha sonra da kendini toparlayamaz zaten. Tedavi gördüğü klinikte aynı annesi gibi hayatına son verir. Tüm bu trajik olaylardan sonra filmde Dr. Ledgard’ın adeta bir şeytana dönüşüp akıl almaz bir yöntemle kızının intikamını almasına şahit oluyoruz. Filmin devamını elbette anlatmıyorum. Çünkü İçinde Yaşadığım Deri sonunu tahmin edebildiğiniz filmlerden değil. O yüzden sürprizli ve çarpıcı. Sürprizi kaçırmak istemem!


Filmin ilk yarım saati pek bir şey anlamıyorsunuz. İlk başta düğüm düğüm her şey. 40. dakikadan sonra film çözülmeye başlıyor ki çözülüş o çözülüş. Ağzınız açık kalıyor. Bu arada filmde çok cüretkar ve aykırı sahneler de var. Sizi şaşırtırken bazen rahatsız da edebiliyor. İçinde Yaşadığım Deri’de cinsel kimlik ve cinsiyet ayrımı gibi konular işlenmiş. Ayrıca film, yanlış anlaşılmaların olayları nasıl geri dönüşü olmayan noktalara getirebildiğini, kin duygusunun nasıl insanın içindeki şeytanı harekete geçirdiğini ve saplantıların ne kadar tehlikeli bir hal alabileceği fikirlerini vurguluyor. Muhteşem de bir finali var.


Bunlara ek olarak, film hakkında bir detaya daha değinmek istiyorum. Dr.Ledgard ölen karısı anısına yarattığı ateşe dayanıklı sentetik deriye ‘Gal’ adını veriyor.  Gal,  Yunan mitolojisinde geçen ‘Galatea’nın kısaltılmışı. Hikayeye göre yetenekli heykeltıraş Pygmalion o kadar kusursuz bir eser çıkarır ki kendi eserine aşık olur. Venüs ise onun yakarışlarına cevap vererek heykele hayat verir. Bu hikaye aslında psikolojik olarak erkeğin kadına yön verme,kadını domine etme ve kadını kendi istediği hale getirme eğilimini açıklar. Filmde bu hikayeye de gönderme yapılıyor. İzlediğinizde neden bahsettiğimi daha net anlayacaksınız.
Almodovar ve gerilim sevenlerdenseniz mutlaka İçinde Yaşadığım Deri’yi izlemenizi tavsiye ederim!

2 Ocak 2012 Pazartesi

Ocakta İstanbul'da Ne Yapılır?

Yepyeni bir yıla girmiş bulunuyoruz. Umarım herkes için hayırlı bir sene olur. 2012 yılının sağlıklı, huzurlu, yüzümüzü güldüren, sevgi dolu, bereketli ve pozitif bir sene olmasını diliyorum. Yeni yılın ilk ayında İstanbul’da kültür-sanat aktivitesi olarak neler yapabileceğimize birlikte bakalım:


·         Dali sevenlere müjde! Aralık ayının son haftası MSGSÜ Tophane-i Amire’de Salvador Dali’nin eserleri sergilenmeye başladı. Sergide, ‘İlahi Komedya’, ‘Sürrealizmin İzleri’ ve ‘Gala ile Akşam Yemeği’ ana başlıkları altında Dali’nin serilerini görebilirsiniz. Sanatçının daha çok renkli basım litografilerine yer verilmiş. Sergi, 26 Şubat tarihine kadar devam edecek. Ocak ayı bu sergiyi sindire sindire gezmeniz için çok uygun gözüküyor.

·         Benim tarzını çok sevdiğim ve birlikte çalıştığım genç sanatçılardan Serhat Koçak’ın ‘Geçersizlik’ adlı kişisel sergisi Galeri Artist Çukurcuma’da 7 Ocak’ta açılıyor. Daha çok soyut ekspresyonist eserler yaratan Serhat gelecek vadeden ve bizi yurtdışında da temsil eden bir sanatçı. Sergiyi 20 Ocak tarihine kadar gezebilirsiniz.


·         Tiyatrokare, Zülfü Livaneli’nin başyapıtlarından biri olan ‘Leyla’nın Evi’ adlı eseri tiyatroya uyarlıyor. Yönetmenliğini Nedim Saban’ın üstlendiği oyunda usta oyuncu kadrosu ve Livaneli müzikleri dikkati çekiyor. Oyunu, 18 ve 20 Ocak tarihlerinde Profilo Kültür Merkezi’nde, 28 Ocak tarihinde ise Muammer Karaca Tiyatrosu’nda izleyebilirsiniz.


·         Klasik eserlere merakınız varsa başrolünü Haldun Dormen’in oynadığı Moliere’in unutulmaz eseri Kibarlık Budalası’nı izlemenizi tavsiye ederim.  Kibarlık Budalası, 5 Ocak ve 13 Ocak tarihlerinde Tiyatro Kedi Black Out Sahnesi’nde!

·         Yine biraz klasiklerden gidelim. Opera seviyorsanız Rossini’nin eseri ‘Sevil Berberi (Il Barbiere di Siviglia)’ 5-6-7 Ocak tarihlerinde, bale seviyorsanız ‘Don Kişot (Don Quixote)’ 26 ve 28 Ocak tarihlerinde Kadıköy Süreyya Operası Sahnesi’nde izlenebilir.


·         Fazıl Say’ın keşfettiği ve 4.5 oktavlık bir sese sahip olan Cem Adrian, 5. stüdyo albümü ‘Kayıp Çocuk Masalları’nı aralık ayında piyasaya çıkardı. Cem Adrian hayranıysanız 25 Ocak’ta Jolly Joker’de gerçekleşecek olan konseri kaçırmamanızı tavsiye ederim.


·         Londralı ve Yahudi kökenli altı genç müzisyenden oluşan ‘Oi Va Voi’ grubu (Yiddish konuşma dilinde ‘Aman Allahım’ anlamına geliyor) 6-9 Ocak tarihleri arasında Babylon’da sahne alıyor. Grup, soul, ska, drum’n bass, trip hop ve Balkan ezgilerini birleştiren müzikleriyle dünya çapında üne kavuşmuş. Farklı bir müzik deneyimi yaşamak isteyenlere duyurulur!


·         Akbank Sanat ve Fransa’nın en prestijli sanat mekanlarından biri olan Le Fresnoy işbirliği ile Michael Snow ‘Solo Snow’ adlı sergisiyle Aksanat’ta sanatseverlerle buluşuyor. Ali Akay ve Louise Dery’nin küratörlüğünü yaptığı sergi 18 Ocak’ta açılacak.

·         Galeri Espas’ta 5 Ocak’ta açılacak olan ve TOÇEV Yönetim Kurulu Başkanı Ebru Uygun’un ebru çalışmalarından oluşan ‘Dokundum’ adlı kişisel sergisini ziyaret edin.  Serginin tüm geliri TOÇEV’e bağışlanacak.


·         Sabancı Müzesi’nde 24 Aralık’ta açılan ‘Bir Ülke Değişirken-Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi’ başlıklı sergiyi ocak ayı boyunca ziyaret edebilirsiniz. Sergide, Sakıp Sabancı Koleksiyonu’na ait Osman Hamdi Bey, Halil Paşa, Nazmi Ziya Güran, Şehzade Abdülmecid Efendi ve Fikret Mualla gibi Türk Resim Sanatı’nın önemli temsilcilerinin eserleri sergilenmekte.