17 Ocak 2012 Salı

Londra


Londra, benim rüya şehirlerimden biri. Şehre her gidişimde mutluluktan adeta gözlerim parlıyor. Hep derim zaten, havası bu kadar kötü olmasa dünya üzerinde yaşanacak en güzel yer. Eminim ki Londra’yı birçoğunuz gayet iyi tanıyorsunuz. O yüzden bu yazıda şehri tanıtmaktan çok yeme-içme ve eğlence üzerine önerilerimi yazmayı tercih ettim. Umarım keyifle okursunuz.

Sabah kahvaltısı nerde edilir?


Gran Caffe: Sabah kahvaltısı ya da brunch için Knightsbridge’de bulunan Gran Caffe’yi öneririm. Kesinlikle croissant’ları, Croque Monsieur ve Croque Madame’ı ve pastaları müthiş! Zaten Harrods’ın bitişiğinde yer alan Gran Caffe, caffe olarak hizmet vermesinin dışında başarılı bir pastane. Öyle ki birçok kişi düğün pastasını burada yaptırıyor. Taze sıkılmış portakal suyu ve kahve eşliğinde edeceğiniz kahvaltınız size tüm gün yetecek enerjiyi verecektir diye düşünüyorum.

Öğle yemeği nerde yenir?


Zafferano: Hala Londra’nın en ‘in’ İtalyan restaurant’larından biri. Michelin yıldızlı ve kalitesini bozmamış bir mekan. Öğlen menüsünde Bresaola’dan Insalata di Carciofi’ye, Linguine con Aragosta’dan Anatra Arrosto al Miele’ye kadar birçok lezzet var. Chocolate Fondant’ı da bir harika. Şık ve lezzetli bir öğle yemeği için tercih edilebilir.


Aubaine: Londra’nın birçok noktasında olan bir zincir. Ben alış-veriş arasında Selfridges’dekinde yemeyi seviyorum. Aubaine, Oxford Street üzerinde yer alan Selfridges’in 2. katında yer alıyor. Bizim Kichenette’lere benziyor. İnanılmaz güzel çeşit çeşit ev yapımı ekmekler getiriyorlar. Yemeği beklerken dayanamayıp yiyorsunuz tabii. Akdeniz Mutfağı’ndan lezzetler sunan restaurant’ın tatlıları inanılmaz. Brunch için de tercih edebileceğiniz bir yer.


Joe’s: Sloane Street’de bulunan Joseph mağazasının alt katında yer alan Joe’s benim favori öğle yemeği mekanlarımdan biridir. Zamanında çok popülerdi. Acayip şıklık olurdu. Şimdi biraz Araplar basmış ama yine de alış-veriş arası vermek için ideal. Club sandwich’i ve salataları harika. Siparişinize bir kadeh de rose şarap eklerseniz keyfinize diyecek yok.


Harrods Food Court: Ben öğle yemeği için Harrods’ın en alt katında bulunan büfelere bayılıyorum. Burası Harrods’ın yeme-içme bölümü. Hem birçok ürün satılıyor hem de pratik bir şekilde yemek işini halledebiliyorsunuz. Birçok seçeneğiniz var. Rotisserie’de dana, tavuk, kuzu, ördek ve daha birçok et çeşidini bulabilirsiniz. Sushi Bar’ın taze yapılmış sushi’lerinden atıştırabilirsiniz. Ya da Caviar House Oyster Bar’da bir kadeh şampanya eşliğinde havyar ve taze deniz mahsüllerinin tadını çıkarabilirsiniz. Bunların hiç birinde masa düzeni yok. Yemeğinizi bar sandalyelerinin üzerinde yiyorsunuz ama bence gayet keyifli.


Tom’s Kitchen: Ünlü şef Tom Aikens’ın Chelsea’de bulunan brasserie’si Tom’s Kitchen günün her saati dolu. Sabah, öğlen, akşam istediğiniz zaman gidip bir şeyler atıştırmak için çok uygun. Ben akşam gidecek daha iyi restaurant’lar olduğu için öğlen veya akşamüstü gitmenizi tavsiye ediyorum. Bu arada bildiğiniz üzere İstanbul Doors Group 2011 yılında başarılı bir girişimle Tom Aikens grubunu bünyesine kattı. Yani bu durumda Tom’s Kitchen’da yemek yemek herhangi bir Kichenette’de yemek yemekten pek farklı değil! Sonuçta aynı müesseseJ

İngilizlerin meşhur 5 çayına nereye gidilir?


Fortnum&Mason: Çocukluğumda annem beni çay saatine buraya götürürdü. O yüzden anılarımda güzel bir yeri var. Zaten Fortnum’un çayları ve kahveleri çok meşhur. Birbirinden güzel sandwich, cup cake, pasta ve kurabiyeler eşliğinde keyifle çayınızı içebileceğiniz bir yer. Kendinizi İngiliz filmlerinden birinin içinde hissedebilirsiniz. Fortnum&Mason’ın içinde The Parlour, The Gallery, The Fountain gibi çay saati için tercih edebileceğiniz birçok ayrı mekan mevcut. Seçim sizin. Ayrıca evinize götürmek üzere mağazanın özel yapım çay ve kahvelerinden de alabilirsiniz.


The Dorchester: Londra’nın tartışmasız en lüks ve iyi otellerinden biri. Belki de en iyisi.  Park Lane’de bulunan otel girer girmez sizi büyülüyor. Günün çeşitli saatlerinde, The Promenade ve The Spatisserie adlı mekanlarında çay servisi sunuyorlar. Bu arada ‘UK Tea Council’ diye bir organizasyon var. Kurul, yüksek standartta çay servisi yapılmasını teşvik etmek amacıyla ‘The Tea Guild’ adlı bir ödül yaratmış. Ödüle sahip yerleri de rehber bir kitapçıkta toplamışlar. Aynen Michelin yıldızı gibi. İşte The Dorchester’ın içindeki ‘The Promenade’ kalitesinden ödün vermeden, senelerdir üst üste bu ödülü alıyor. Burada yaşayacağınız çay saati deneyimi öyle sıradan bir şey değil. Çayın yanında size şampanya servisi de yapıyorlar. Harika finger sandwich’leri, quiche’leri, pastaları ve şimdiye kadar hiç denemediğiniz kadar çay seçenekleri mevcut. Tam bir İngiliz gibi hissetmek isterseniz çayınızı sütle için derimJ

Akşam yemeği nerede yenir?


Asia de Cuba: Favori Asia de Cuba’m, Los Angeles’taki ama Londra’dakinin de yeri ayrı. İsminden de tahmin ettiğiniz üzere Asya ve Küba mutfağının birleşiminden oluşmuş bir menüleri var. Füzyon mutfağının temsilcisi en iyi restaurant’lardan biri. Londra’daki Saint Martins Lane Hotel’in içinde bulunuyor. Otelin lobisi Philippe Stark tarafından dekore edilmiş. Girer girmez büyüleniyorsunuz. Lobide ilerleyince solda Asia de Cuba bulunuyor. Çok tatlı bir barı var. Aydınlık, cıvıl cıvıl bir mekan. Dekorasyon, kullanılan objeler, duvarlardaki fotoğraflar ilginizi çekiyor. Yemeği ortaya söyleyip paylaşmanız gerek. Daha fazla yemek deneyebilmek için yine kalabalık gitmenizde yarar var. Benim önerilerim şunlar: Calamari Salad ‘Asia de Cuba’, ‘Ropa Vieja’ of Duck, Beef Dumplings Two Ways, Asian Spiced Pork Spare Ribs, Miso Cured Black Cod, Grilled Strip Steak ve tabii ki Lobster Pad Thai. Side dish olarak da Shanghai Noddles Udon alabilirsiniz. Yanına da bir Chateauneuf du Pape açtırırsanız keyfinizi tamamlayacaktır. Aslına bakarsanız Asia de Cuba’da yemek deneyimi herkesin kişiselleştirmesi gereken bir şey. Çok farklı lezzetler keşfediyorsunuz. Bazıları hoşunuza gitmeyebilir. O yüzden çok fazla fikir beyan edemiyorum. Deneyin ve kendi favori menünüzü kendiniz yaratın derim.


Zuma: Çağdaş Japon mutfağının eşsiz lezzetlerini sunan Zuma London Knightsbridge’de bulunuyor. Restaurant’ın Tokyo’nun ünlü mimarlık ve tasarım ofisi ‘Super Potato’ tarafından yapılan dekorasyonu aynen Zuma İstanbul’a benziyor. Yemek öncesi içki keyfi yapmak isterseniz Sake Bar’da takılabiliyorsunuz. İster ana yemek salonunda ister sushi barda yemeğinizin tadını çıkarmanız mümkün. Ben kesinlikle Zuma’nın sushi’lerini, Black Cod’unu ve Spicy Beef Tenderloin’unu tavsiye ederim.


C London: Yani nam-ı diğer Cipriani. Ambiyansı müthiş, enerjisi çok yüksek. Gerçek bir İtalyan restaurant’ı. Cipriani İstanbul’un dekorasyonunun neredeyse aynısı. Bizimki buradan kopya edilmiş tabii ki. Bu konuda Venedik ve New York’taki Cipriani’lerden ayrışıyor. Restaurant’ın büyüklüğü bizimkinin iki katı. Ekipte tanıdık simalara rastlıyorsunuz. Kuruluş aşamasında bazıları İstanbul’da da görev almıştı. Arzu ederseniz sizi yine Bellini’yle karşılıyorlar. Yemekler her zamanki gibi müthiş. Ben Carpaccio’suna, Tagliolini con prosciutto cotto’suna, Osso Buco’suna ve Cotoletta alla Milanese’sine bayılıyorum. Kalabalık olmasına rağmen servis aksamıyor ve garsonlar oldukça ilgili. Müşteriler ise çok şık ve hoş gözüküyorlar. Küçük çaplı bir mücevher ve moda show’u izliyor gibisiniz. Kaliteli bir mekan olduğunu hissettiriyor. Etrafınıza bakınarak tüm gecenizi geçiriyorsunuz. Fiyat tabii ki İtalyan yemeği için biraz ‘tuzlu’ ama kaliteli bir yemek için değer bence. Mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. 


Hakkasan: Off, bizimki neden kapandı ki sanki? Bence dünya üzerinde en lezzetli ördek yapan restaurant’lardan biri. Londra’daki Hakkasan şehrin en kaliteli ve zengin bölgelerinden olan Mayfair’de bulunuyor. İçerisi oldukça karanlık. Ben restaurant’larda loş ışık pek sevmem aslında. İçime kasvet basıveriyor ve şarap uykumu getiriyor. Ama lezzetli yemek için her şeye değer. Hakkasan’ın uzunca bir barı var. Yemekten önce orada takılmak adeta bir ritüel. Daha sonra masanıza geçiyorsunuz. Restaurant localardan ve bölmelerden oluşuyor. Müşterilerin birbirini görebildiği geniş bir yemek salonu yok. Biraz izole yemek yiyorsunuz. Hatırlarsanız Hakkasan İstanbul’un tutmamasının en büyük sebeplerinden biri olarak Türk insanının restaurant’da bu kadar yüklü bir hesap ödüyorsa diğer müşterileri görme ve kendini gösterme isteği ve Hakkasan’ın bu talebi karşılamayışı gösterilmişti. Ama oldukça şık ve kaliteli bir restaurant olduğu kesin. Gelelim ne yenebileceğine. Mutlaka ve mutlaka ‘Peking Duck with Royal Beluga Caviar’ yenmeli! Ördeğin kendisi zaten başlı başına bir lezzet. Bir de derisini marshmallow üzerinde servis etmiyorlar mı eriyip bitiyorsunuz. Tabii bu yemeği yemek için 1 gün önceden ördek siparişi vermeniz gerekiyor. Rezervasyon yaptırırken bunu da söylemeyi unutmayın. Gerçi şanslıysanız fazladan ördekleri de bulunuyor ve siparişe gerek kalmıyor. Ama siz yine de riske atmayın derim. Bu arada menüde sesame prawn toast with foie gras, Alaskan Royal King crab, Australian lobster, Duke of Berkshire pork gibi eşsiz lezzetler de bulunuyor. Her şeyden biraz denemeniz için kalabalık bir grupla gitmenizi öneriyorum. Öyle daha keyifli oluyor!


Nobu: İşte İstanbul’a henüz gelmemiş bir restaurant zinciri yakaladık sonunda! Ama yakında açılacağını da duydum bu arada. Aman eksik kalmayalımJ Londra’daki tartışmasız en iyi Japon mutfağı diyebilirim. Old Park Lane’de bulunan Metropolitan Hotel’in içinde yer alıyor. Restaurant’ın ortakları arasında başarılı aktör Robert de Niro da var. Nobu da aynı Zuma gibi sadece döşenmiş bir restaurant. Dekorasyonda daha çok ahşap ve doğal taşlar kullanılmış. 150 kişilik oturma kapasitesi ve bir sushi bar’ı var. Oturduğunuz yerden de Hide Park’ın muhteşem manzarasını görüyorsunuz. Yemek konusunda önerilerim elbette ki sashimi ve sushi roll’lar. Zaten Nobu sushi’leriyle ünlü. Bunun dışında tartar severseniz Salmon Tartar with Caviar, Tuna Tataki with Ponzu, Black Cod with Miso ve Lobster Tempura with Creamy Wasabi önerilerim arasında. İyi bir şarap ya da (bana ağır geliyor ama) sake yemeğinizi tamamlamak için güzel olacaktır diye düşünüyorum. Menüde sake ile hazırlanmış birçok kokteyl de var. Bu arada Nobu, Michelin yıldızlı bir restaurant. Bence Londra’nın mutlaka görülmesi gereken mekanlarından. Şiddetle tavsiye ederim!


Suka: Londra’nın lüks otellerinden biri olan Sanderson Hotel’in içinde yer alan Suka, otantik Malezya mutfağının farklı lezzetlerini sunuyor. Suka’nın dekorasyonu Paris kökenli mimar ve tasarımcı India Mahdavi tarafından yapılmış. Hem Sanderson Hotel’in şık atmosferini yaşıyorsunuz hem de mekan size rahat bir akşam yemeği keyfi sunuyor. Malezyalı bir şefi var. Menüde Malezya sokak yemeklerinden zengin bir seçki bulacaksınız. Farklı bir yemek deneyimi için önerebileceğim yerlerden biri.


Benihana: Muhtemelen artık modası kalmadı ve ben de uzun senelerdir gitmiyorum ama yine de yazmadan geçemeyeceğim. Çünkü çocukluğumun güzel anıları arasındadır ailece ‘Benihana Akşamları’. Benihana Restaurant Zinciri ilk olarak 1964’te New York’ta hizmet vermeye başlıyor. O kadar eskiler yani! Restaurant’ın özelliği egzotik Japon mutfağını ‘Hibachi Grill’ denilen özel masalarda önünüzde pişirip servis etmeleri. Tabii ki bunu eğlenceli bir show haline getirmişler. O akşam size yemeğinizi hazırlayacak olan aşçınız önce gelip kendini tanıtıyor. Sonra et mi, tavuk mu, karides mi yemek istediğinizi soruyor. Daha sonra da gözünüzün önünde show yaparak yemeğinizi pişirmeye başlıyor. Buna ‘teppan-yaki’ stili deniyor. Siz U şeklinde grill’in etrafında oturuyorsunuz. Bence çok eğlenceli. Daha önce gitmediyseniz bir deneyin derim!


Sale e Pepe: Yine bir İtalyan. Hatta tam İtalyan! Kapıda sizi güler yüzle, iltifatlarla karşılıyorlar ve masanıza geçene kadar barda Bellini ikram ediyorlar. Masalar sık aralıklarla yerleştirilmiş. İçerde sürekli bir uğultu var. Belli bir yerden sonra kendi konuştuğunuzu duymadığınızı fark ediyorsunuz ve siz de bağırmaya başlıyorsunuz. Londra’da değil de Roma’daymışsınız hissi veriyor. Çalışanların hepsi İtalyan ve 30 senedir Knightsbridge’de hizmet veriyorlar. Pasta’ları, özellikle lobster’lı olanı muhteşem!

Gece Nerede Eğlenilir?


Cirque du Soir: Cirque du Soir, Londra’nın yeni gece kulüplerinden biri. Adından da anlayabileceğiniz gibi size bir ‘Cirque de Soleil’ eğlencesi sunuyorlar. Aslında bizim Cahide’ye benziyor. Londra’daki çoğu kulüp gibi yer altında. Merdivenlerden inerken show başlıyor. Köşe başında kostümüyle oturmuş bir kız keman çalarak sizi karşılıyor. Girer girmez vitrinlerin içinde yine ilginç kostümlü performansçıların show’unu görüyorsunuz. Masanıza geçtikten sonra da gecenin ilerleyen saatlerinde kulübün ortasındaki sahnede ve çeşitli yerlerinde gösteri ekip gösteri yapıyor. Striptizcilerden palyaçolara, cücelerden devlere her türlüsü var. Biraz ürkütücü bile diyebilirim. Bu arada kulüpte ‘Jumbo’ boy dedikleri (neredeyse benim boyumdaJ)vodka ve şampanya açtırmak çok ‘in’. Jumbo şampanyalar Star Wars müziği eşliğinde geliyor. Kulübün müdavimleri arasında Lady Gaga, Leonardo di Caprio, Usher, Black Eyed Peas gibi isimler var. Kulübün bir şubesi de Dubai’de bulunuyor.


Luxx: Burası da yine yer altı kulüplerden. Mayfair’de Cielo Restaurant’ın altında bulunuyor. İnce uzun, koridor gibi karanlık bir yer aslında ama butik hizmet veriyor. Dekorasyonunda LED ışıklar ve aynalar dikkati çekiyor. Cool ve posh bir kulüp. Yine burada da bir şampanya ve açtırma trend’i mevcut. Dünyaca ünlü birçok DJ’i ağırlıyorlar. Oldukça popüler. Kapısında uzun kuyruklar oluşuyor. Zaten buranın bir kulüp olduğunu da bu şekilde anlıyorsunuz. Sorun yaşamamanız için rezervasyonlu gitmenizde fayda var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder