1 Mart 2012 Perşembe

Mart Ayında İstanbul'da Ne Yapılır?


Mart ayı geldi. Oley!!! Şu son kış günlerini de atlatalım, sonrası bahar. Ben güneşli havalarda hep daha enerjik ve mutlu olurum. Eminim birçoğunuz da öyle. Hepinize bol aktiviteli, eğlenceli bir mart ayı diliyorum. Bu ay İstanbul’da ne gibi kültürel aktiviteler yapabiliriz, hep birlikte bakalım:


      1 Mart’ta Soda Galeri’de İngiliz heykel sanatçısı Andrew Barton’un ‘Final Frontier’ adlı sergisi açılıyor.  Bu sergi, Barton’un İstanbul’daki ilk solo sergisi. Sergide yer alan eserlerin konusu daha çok uzay ve din. Sanatçının, ‘MASA : Muslim Auronautics and Space Administration’ adını verdiği bir serisi var. Heykel sevenlerdenseniz bu birbirinden ilginç işleri görün derim.


       2 Mart’tan itibaren Rampa’da Ebru Özseçen’in ‘Gerçek Aşk Gönül Eşi / True Love Soul Mate’ adlı sergisini ve 7 Mart’tan itibaren de İlayda Sanat Galerisi’nde bir grup sergisi olan ‘Tema-s-sız/ Themeless Contactless’ adlı sergiyi izleyebilirsiniz.


       3 Mart ‘ta Tim Show Center Maslak’ta 40 kişilik yaylı çalgılar orkestrası eşliğinde ‘İncesaz Konseri ‘ düzenlenecek. Solistler Dilek Türkan ve Bora Ebeoğlu’nun seslendireceği şarkıdan tangoya, operetten türküye kadar birçok unutulmaz eser dansçılar eşliğinde muhteşem bir koreografiyle sahneye konulacak. Farklı bir müzik deneyimi yaşamak isteyenlere duyurulur.


     8 Mart’ta Mabeyn Gallery’de genç yeteneklerden Turgut Mutlugöz’ün sergisi açılıyor.  Serginin sanat direktörlüğünü de ben yapıyorum. Bu sefer işin içindeyim yaniJSizlerle sergi hakkında daha detaylı bilgi içeren bir yazı paylaşacağım elbette ama yolunuz düşerse galeride sizleri konuk etmekten mutluluk duyarım. İlgileniyorsanız bana e-mail atabilirsiniz.


10 Mart’ta Aya İrini’de çok ilginç bir konser var. Almanya’nın en köklü filarmoni orkestralarından biri olan Duisburg Filarmoni Orkestrası ve ülkemizin önde gelen genç bağlama virtüözü Erdal Akkaya dinleyicilerine bir müzik ziyafeti vaat ediyor. Hendrik Vestmann yönetimindeki Duisburg Filarmoni Orkestrası konserde Schubert ve Mendelssohn gibi seçkin bestecilerin eserlerine yer verecek. Erdal Akkaya solist olarak sahne alacağı konserde filarmoni orkestrası eşliğinde kendine has tarzıyla Yalnızlık, İki Yaka, Rüzgarla Bir gibi bestelerini yorumlayacak.


     Bildiğiniz üzere yakın zamanda kuruluşunun 10. yılını kutlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nde ‘Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde…Rambrandt ve Çağdaşları-Hollanda Sanatının Altın Çağı’ sergisi açıldı. Daha önce de belirttiğim gibi bu sene Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılı. Bu sayede ülkemizde, Hollanda bağlantılı birçok kültürel aktivite organize ediliyor. Ama bunlardan en önde geleni bu sergi diyebiliriz. Sergide, Rembrandt’ın yanı sıra aralarında Hollanda resminin önde gelen isimlerinin de bulunduğu 59 sanatçıya ait 73 tablo, 19 desen ve 18 objeden oluşan toplam 110 eser sanatseverlerle buluşuyor. Sergi, 10 Haziran’a kadar devam edecek.  Fakat mart ayı bu sergiyi gezmek için çok uygun.  Ayağımıza kadar gelmişken sakın bu sergiyi kaçırmayın!


17 Mart’ta Süreyya Operası sahnesinde ‘Hürrem Sultan’ balesinin prömiyeri gerçekleşecek. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin sahneye koyduğu, koreografisini Oytun Turfanda’nın, orkestra şefliğini ise Murat Kodallı’nın yaptığı balenin konusu ise Kanuni’nin baş kadını olmayı başaran Hürrem Sultan’ın yanlış bilgilerle şehzade Mustafa’yı öldürtüp kendi oğlunu onun yerine geçirme çabası. Prömiyerden sonra mart ayında 4 ayrı gösterim daha yapılacak.


       17 Mart’ta Arter’de Emre Baykal küratörlüğünde Mona Hatoum’un ‘Hala Buradasın’ adlı sergisi sanatseverlerle buluşacak.  Akbank Sanat’da ise 14 Mart’ta ‘Aftermath/Hesaplaşma’ adlı grup sergisi açılıyor. Küratörlüğünü Başak Şenova’nın yaptığı sergi ‘bellek’ ve ‘kötülük’ arasındaki ilişkiyi, geçmişe dönük hesaplaşmaları, unutmak ve unutmamak arasındaki gel-git durumunu konu alıyor.


       Babylon’da 1 Mart gecesi İlhan Erşahin’s Istanbul Sessions ikinci albümleri Night Rider’ın çıkışını bir lansman partisi ile kutlayacak. Yine Babylon’da Goethe Institut işbirliğiyle 3 Mart’ta ekolojik-tekno müziğinin kurucusu Alman Dominik Eulberg bir konser veriyor. 7-8 Mart’ta ise Fransız soul sanatçısı Ben L’Oncle’u Babylon sahnesinde izleyebilirsiniz.


      2 Mart’ta Muammer Karaca Tiyatrosu’nda çağımızın en büyük yazarlarından biri olan Bertolt Brecht’in hayatını konu alan yazarın şiir, şarkı ve öykülerinden Genco Erkal’ın uyarladığı müzikli kabare oyunu ‘Ben Bertolt Brecht’ adlı oyunu izleyebilirsiniz. Oyun dünyanın düzeni, kadının konumu, savaş ve barış gibi konuları ele alıyor.


       Caz ve soul müzik ustası Malia,Black Orchid’ adlı son albümü için çıktığı turne kapsamında 24 Mart’ta Tamirane’de bir konser verecek. Bu konser bu sene 15. yılını kutlayan Garanti Caz Yeşili konserleri kapsamında gerçekleşecek.


       Ve son olarak İş Sanat’tan bir bomba. 28 Mart’ta dünyaca ünlü ses sanatçısı Bobby McFerrin İş Sanat’ta solo bir konser verecek. Sanatçıyı ‘Don’t Worry Be Happy’ adlı eserinden de hepimiz çok iyi tanıyoruz. On Grammy ödüllü, muhteşem sesi ve tekniğiyle hafızalara kazınan McFerrin’ı kaçırmayın derim.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Van Gogh Alive


Abdi İbrahim firması ilaç sektörünün duayenlerindendir. Şirketin sahibi olan Barut ailesi ise sanata olan yakınlığıyla bilinir. Birçok sanat dalını barındıran inanılmaz geniş bir koleksiyonları vardır. Bu sene firmalarının 100. Kuruluş yıldönümü şerefine çok ilginç bir sergiye ev sahipliği yapıyorlar: Van Gogh Alive-The Experience.


Bu sergi, bildiğimiz usul bir sergi değil. Grande Exhibitions Avusturalya’nın yarattığı bu sergi aslında dünyanın birçok ülkesini gezdi. Şimdi ise Türkiye’de! Van Gogh’un eserleri 40 adet projektörle duvarlarda, tavanda, kolonlarda ve zeminde bulunan dev panolara yansıtılıyor ve dijital formatta seyirciye sunuluyor. Kendinizi adeta o bildiğiniz meşhur Van Gogh tablolarının içinde buluyorsunuz ve daha önce hiçbir sergide yaşamadığınız bir deneyim yaşıyorsunuz. Üstelik eserler yer yer hareket ediyor! Van Gogh Alive sergisi geleneksel müze kavramını aşıp sanatseverleri resmin hikayesi içinde bir yolculuğa çıkarıyor. Bu sergide teknoloji ve sanatı bir arada deneyimliyorsunuz.


SENSORY4 nedir?
Van Gogh Alive sergisi SENSORY4 teknolojisi kullanılarak tasarlanmış. Daha detaylı açıklamak gerekirse yüksek çözünürlüklü kırk adet projeksiyon, çok kanallı animasyonlar ve sinema kalitesindeki ses sisteminin birleşmesinden oluşan bu sistem, kristal netliğinde görüntü kalitesi sağlayarak izleyicide dokunma hissi uyandıracak kadar gerçek görüntüler sağlamakta. Görsel bir şölen yaratan sistem, ziyaretçilere nefes kesici bir deneyim yaşatmak için programlanmış.


Van Gogh hakkında
Vincent Willem Van Gogh 1853’te Kuzey Hollanda’nın tarımsal bölgelerinden birinde Protestan bir rahibin oğlu olarak dünyaya geldi. Sanat dünyasına girişi ise henüz 16 yaşında amcasının ortağı olduğu sanat simsarlığı şirketi olan Goulip et Cie’de orijinal ve röprodüksiyon resimler satarak oldu. 6 sene kadar bu şirkette çalışıp sanat piyasası ve eser fiyatlarını öğrendikten sonra Londra ve Paris’e giderek birçok ressamın eserlerini inceleme fırsatı buldu. Özellikle Jean-François Millet ve Barbizon Okulu’ndan diğer realist ressamların çalışmalarından etkilendi.
1876’da yaşadığı karşılıksız aşk onu depresyona sokunca işinden kovuldu ve 4 yıl boyunca kendini din eğitimine vererek misyoner oldu. Fakat bu işte de tutunamadı. 1880’de sanata döndü. 19. Yüzyıldaki hem empresyonizm hem de post empresyonizm akımlarından etkilenen Van Gogh zamanının en önemli ressamlarından Monet, Pissarro, Bernard ve Gauguin gibi sanatçılardan ilham aldı.
Sadece 10 yıl boyunca aktif olarak ressamlık yapmasına rağmen kendi kendini yetiştirdi.  Bu süre zarfında yaklaşık olarak 930 adet resim ve 1100 adet çizim ve taslak olmak üzere 2000’den fazla eser üretti. Ne yazık ki yaşadığı süre zarfında satılan tek eseri ‘Kırmızı Üzüm Bağı’dır. Bugün ise Van Gogh eserleri dünya çapındaki açık arttırmalarda milyonlarca dolara satılmaktadır. ‘Dr. Gachet’nin Portresi’ adlı eseri hala dünyada bir açık arttırmada satılan en pahalı resim olma rekoruna sahiptir. 

Sergi hakkında
Sergide gösterilen eserler sanatçının 1880-1890 yılları arasındaki çalışmalarını kapsıyor. Aynı zamanda sergi, bugün artık hepimizin iyi bildiği başyapıtlarını yarattığı yerler olan Arles, Saint- Remy ve Auvers-sur-Oise’da geçirdiği zaman zarfındaki duygu, düşünce ve ruh halini de yorumlamanızı sağlıyor. Çünkü sergide sadece resimler yok. Van Gogh’un yazdığı mektuplar ve notlar da var. Bu da onu daha iyi anlamanızı sağlıyor. Ben şahsen Van Gogh alıntılarına bayıldım. Aralarında çok etkileyici ve parlak cümleler var. Ayrıca sergi güçlü bir klasik müzik seçkisi ile tamamlanmış.
Eserlerin bu derece büyütülmüş olmasının bir avantajı da tüm detayları görüyor olmanız. Beni en çok büyüleyen ekranların bir anda Van Gogh’un unutulmaz başyapıtı ‘Natürmort: Vazoda 12 Ayçiçeği’ nde kullandığı safran sarısına bürünmesi oldu. Sergi, renkleri ve incelikleri yakalama fırsatı sunuyor.
Sergide görebileceğiniz bazı önemli eserler şunlar: Kırmızı Üzüm Bağı, Natürmort: Vazoda 12 Ay Çiçeği,  Vincent’ın Yatak Odası, Kulağı Sargılı Otoportre (biliyorsunuz kendisi delirip kulağını kesmişti), Teras Kafe, Sandalye ve Pipo, Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece, Süsen Çiçekleri, Yıldızlı Gece, Otoportre, Açılmış Badem Ağacı, Auvers’de Kilise, Doktor Gachet’nin Portresi, Buğday Tarlası ve Kargalar
Farklı bir deneyim yaşamak istiyorsanız sergiyi gidip gezmenizi öneririm. Ama esas önerim Amsterdam’a yolunuz düşerse Van Gogh Museum’a gitmeniz. Tüm bu eserleri, hatta çok daha fazlasını yerinde görmelisiniz. Beni hayatım boyunca en etkileyen müzelerden biri oldu açıkçası. Gerçekten olağanüstü ama bu farklı bir yazı konusu. İlerleyen zamanlarda daha detaylı bu müzeden bahsedeceğim. Şimdilik Van Gogh Alive-The Experience ile idare edinJ Sergi, 15 Mayıs 2012 tarihine kadar Karaköy’deki Antrepo 3’te izlenebilir.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Şubatta İstanbul'da Ne Yapılır?

Şubat ayına girmiş bulunuyoruz. Kışın tam ortasındayız. Bu sene soğuk ve kar da oldukça etkili. Ama yine de şubatı seviyorum. İnsanın içini ısıtan bir yanı da yok değil hani. Belki doğduğum ay olduğu için torpil geçiyorumdurJ Kim bilir? Bakalım şubatta İstanbul’da ne gibi kültür-sanat aktiviteleri mevcut:


  • !f İstanbul Uluslar arası Bağımsız Filmler Festivali, bu sene de 16 Şubat’ta başlıyor. Festival kapsamında, aralarında George Clooney’nin başrolünü oynadığı ‘The Descendants’ ve bir kanser hastasının komediyle karışık dramını anlatan ‘50/50’ gibi hit filmlerin yanı sıra kült filmler, kısa filmler, fantastik filmler ve bağımsız sinemadan örnekler izleyiciyle buluşuyor. Bağımsız sinemanın Paris merkezli organizasyonu L’ACID ise 20. Yılını kutlarken ‘!f Istanbul’a 5 filmlik bir seçkiyle katkıda bulunuyor. Bunlar arasında Jacques Nolot’nun meşhur filmi ‘Avant que J’Oublie’ de yer alıyor. Ayrıca son günlerde çok konuşulan ve Ahmet Yıldız cinayetini konu alan ‘Zenne’ adlı filmin de özel bir gösterimi yapılacak. Festivalde her zamanki gibi ilginç konuklar ve atölye çalışmları da yer alacak. Festival biletleri 3 Şubat’ta indirimli olarak Mybilet’ten satışa çıkıyor. Kaçırmak istemediğiniz filmlerin biletlerini önceden almanızı tavsiye ederim. Daha fazla bilgi için: www.ifistanbul.com/tr/

  • Abdi İbrahim’ ilaç firması bu sene 100. kuruluş yıldönümünü kutlarken bilim ve sanatı bir araya getiriyor. Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi’ni sanatseverlerle buluşturmak üzere İstanbul’a getiriyor. Sergide, geleneksel sergileme tekniklerinin aksine yüksek çözünürlüklü projektörler sayesinde Van Gogh’un son dönem eserlerinin duvara, zemine ve hatta tavana yansıtılmış hallerini görebileceksiniz. Bu sergi, izleyiciye ışık, ses ve renklerin karmasının olduğu bir şölen vaat ediyor. Farklı bir deneyim yaşamak için mutlaka gezin. Sergi, Karaköy’de bulunan Anterepo 3’te 10 Şubat’ta açılıyor.

  • Şubat ayında Borusan Müzik Evi programında yine bazı isimler dikkat çekiyor: Ünlü piyanist Burçin Büke’nin son albümü ‘Gözbebeğim’deki eserlere yer vereceği konseri 11 Şubat’ta. 24 Şubat’ta Kerem Görsev ve Allan Harris, ‘American Songbook Project’ ile dinleyiciyle buluşuyor. Torun Eriksen ve İlhan Erşahin konserini ise 25 Şubat’ta yine Borusan Müzik Evi’nde izleyebilirsiniz.

  • Arter’de 10 Şubat’ta Melih Fereli’nin küratörlüğünü yaptığı Erdem Helvacıoğlu’na ait ‘Siyaha Özgürlük’ adlı sergi açılıyor.

  • Genç sanatçı Sümer Sayın’ın ilk kişisel sergisi ‘Bir An İçin/For A Moment’,  artON’da açıldı. Eserlerinde kinetik enstalasyon, çizim ve animasyon gibi teknikler kullanan sanatçının eserleri 29 Şubat’a kadar artON’da görülebilir.

  • 16 Şubat’ta İstanbul Modern’de iki yeni sergi birden açılıyor. ‘La La La İnsan Adımları’ adlı sergi Boijmans van Beuningen Müzesi Koleksiyonu’ndan bir seçki sunuyor. Sergi, farklı dönem ve coğrafyalardan gelen 28 sanatçının yapıtlarını 3 ana temada ele alıyor: tarihsel karşılaşmalar, kişisel karşılaşmalar, toplumsal karşılaşmalar. ‘Dünden Sonra’ adlı fotoğraf sergisi ise İstanbul Modern’in kendi fotoğraf koleksiyonundan bir seçki sunuyor. Serginin küratörlüğünü Fotoğraf Galerisi’nin yöneticiliğini yapan Engin Özendes üstleniyor.

  • Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası’nın şubat ayı programı da yine oldukça hareketli. Ünlü mitolojik eserlerden ‘Midas’ın Kulakları’ adlı opera 18 Şubat’ta prömiyerini yapacak. Hikayeyi bilemeyenlere kısa bir özet geçeyim. Güneş Tanrısı Apollon ile Doğa Tanrısı Pan aralarındaki yarışta Frigya kralı Midas’ı hakem olarak seçerler. Yarışta Apollon lir, Pan ise flüt çalacaktır. Midas yarışmanın sonunda Pan’ı galip ilan edince Apollon sinirlenir ve Midas’ın kulaklarını ‘eşek kulakları’na çevirir(Çocukken bu hikaye beni bayağı bir ürkütürdü.) Opera sevenlere bu eseri izlemelerini tavsiye ederim. Bu arada 14 Şubat’ta da yine Süreyya Operası’nda bir ‘Sevgililer Günü Konseri’ düzenlenecek. Konserde ünlü müzik virtüözü Burçin Büke sahne alacak ve ölümsüz 3 besteci Chopin, Liszt ve Gershwin’i bir araya getirecek. Meraklısına duyurulur!

  • Şubat ayı boyunca Pera Müzesi’nde Konstantiniyye’den İstanbul’a adlı 19. Yüzyıl ortalarından 20. Yüzyıla Boğaziçi’nin Anadolu yakası fotoğraflarını konu alan sergiyi izleyebilirsiniz. Fotoğraflar, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu’ndan ve bazı özel koleksiyonlardan derlenmiş. Sergi, şehrin geçmişteki çehresini gözler önüne sererken izleyiciyi Anadolu yakası kıyılarında keyifli bir yolculuğa çıkarıyor.

  • Mabeyn Gallery’de 7 Şubat’ta Alper Bıçaklıoğlu’nun ‘Yasal Sokak’ adlı sergisi açılıyor. Yine 7 Şubat’ta EkavArt Gallery’de, Metin Ünsal’ın ‘İmgeler Atlası’ adlı sergisi sanatseverlerle buluşuyor.

  • Salt Beyoğlu ve Galata’da ‘İstanbul Eindhoven: SaltVanAbbe: 89’dan Sonra’ adlı sergi izlenebilir. Bu sergi, ağırlıklı olarak Salt Beyoğlu’nda yer almakta. Bu sergi Hollanda’nın Eindhoven kentinde yer alan ve önemli bir modern ve çağdaş sanat koleksiyonuna sahip olan Van Abbemuseum işbirliğiyle gerçekleşiyor. Bu arada, bu sene bu kadar Hollanda bağlantılı sergi olmasının sebebi Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. Yılı olması. Salt’ta açılan bu sergi aslında bir serinin başlangıcı. 2012 yılı boyunca bunu takip eden Van Abbemuseum ortaklı sergiler ve etkinlikler olacak.

  • Genel sanat yönetmenliğini Mustafa Erdoğan’ın yaptığı başarılı dans topluluğu Anadolu Ateşi, bir Anadolu efsanesine daha can veriyor. Troya, 17 Şubat’ta Ülker Sports Arena’da sahneye konulacak. Biletlerinizi şimdiden alın.

  • Ve son olarak İş Sanat Kültür Merkezi, tüm dünyada önemli bir hayran kitlesine sahip İspanyol şarkıcı Monica Molina’yı ağırlıyor. 28 Şubat’taki konserinde sevenleriyle buluşacak olan sanatçı sıcacık sesi ve şarkılarıyla içinizi ısıtacak. Benim gibi Monica Molina hayranıysanız bu fırsatı kaçırmayın!

30 Ocak 2012 Pazartesi

The Artist


İnanılmaz tatlı, sıcacık, çikolatalı sufle gibi bir film! Neden mi bahsediyorum? Bu seneki Oscar adayları arasında izlemeyi en merakla beklediğim ‘The Artist’ten. Sonunda izledim ve hepinize de izlemenizi tavsiye ediyorum. Film, sizi alıp başka bir diyara götürüyor. Son derece sempatik, romantik ve emek harcanmış bir film. The Artist, Golden Globe 2012’de Komedi/Müzikal dalında en iyi film ödülünü alırken aynı zamanda Jean Dujardin’e muhteşem oyunculuğuyla Komedi/Müzikal dalında en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırdı. Yine 2011 Cannes Film Festivali’nde Jean Dujardin, bu filmdeki rolüyle en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Daha bir çok ödül alan ‘The Artist’, en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu da dahil toplam 10 dalda Oscar adayı oldu. George Clooney’nin ‘The Descendants’ını henüz izlemedim ama Dujardin’in bu filmdeki performansı ‘Moneyball’daki Brad Pitt performansına kesinlikle basar. Bence Jean Dujardin favori adaylardan. 26 Şubat’ta birlikte izleyip göreceğiz.


Film, sinema tarihinde önemli bir dönüm noktası olan teknolojik devrimi konu alıyor: Sesin sinemaya girişi. Bildiğiniz üzere 1920’li yılların sonuna kadar sinemada ses yoktu. Oyuncular, sadece jest ve mimiklerle izleyiciye duyguları aktarır ve sinema salonlarında canlı bir orkestra eşliğinde filmler izlenirdi. Eski Charlie Chaplin filmlerinden de gayet net hatırlarsınız. Daha sonra ses, sinemaya girdi ve bu dönemde birçok sanatçının kariyeri olumsuz yönde etkilendi. ‘The Artist’ işte tam da bu sessiz sinemadan sesliye geçiş dönemini anlatıyor. Başrol oyuncumuz George Valentin (Jean Dujardin) sessiz sinemanın en karizmatik ve jön yıldızlarından biri. Oynadığı her film büyük başarı kazanan Valentin’in güzel bir eşi, görkemli bir evi ve büyük bir hayran kitlesi var. Bu sırada filmlerde dansçı ve figüran olan Poppy Miller (Berenice Bejo)’la tanışıyor. Genç kız da kendisine hayran. Daha sonra sesin sinemaya girişini ve eski dönemdeki yıldızların gözden düşmesini izliyoruz. Bu yeni dönemde Valentin’in hayatı alt üst olurken Poppy Miller hızla ve şımarıkça yükselmeye başlıyor. Valentin sahip olduğu her şeyi, karısını, evini, mal varlığını teker teker kaybediyor. Filmin sonunda ise Valentin’e hayran Poppy’nin vefakar aşkıyla kendisi için yepyeni bir umut doğuyor.


Film, sinema sanatının sessiz dönemine bir saygı duruşu niteliğinde diyalogsuz, sessiz, siyah-beyaz ve saniyede 22 kare ile çekilmiş. Filmi sahnelere uygun efektlerle süslenmiş bir müzik eşliğinde izliyorsunuz. Ama sonuna kadar hiç sıkmadan izlettiriyor. Bu noktada da Jean Dujardin’in oyunculuğu ön plana çıkıyor. Mimikleri ve jestleri inanılmaz. Bence önemli ve üst düzey bir oyunculuk örneği sergilemiş. Filmin yazarlığı ve yönetmenliğini ise yine Oscar adayı Michel Hazanavicius üstlenmiş. Filmdeki nadir olan konuşmalar da tıpkı eski filmlerdeki gibi siyah zemin üzerine yazılmış yazılarla veriliyor. Sinema tarihinin başlangıç dönemlerine nostaljik bir yolculuk yapıyorsunuz.


‘The Artist’ son dönemlerde sıkça izlediğimiz ve içimize fenalık bastıran ticari filmlerden biri değil. Gerek konusu, gerek çekim teknikleri, gerek içerdiği oyunculukla bana kalırsa oldukça orijinal ve seyredilmeyi hak ediyor. 21. Yüzyılda artık sessiz film mi kalmış demeyin! Hiç replik barındırmayan bir film o kadar kuvvetli adayın arasından nasıl sıyrılıp da bu kadar ödülü hak etmiş kendi gözlerinizle görün.  

19 Ocak 2012 Perşembe

Buyursunlar Efendim! Fotoğraf Sergisi


Sağımız solumuz koskoca süper marketler, dev alış-veriş merkezleri ve restoran zincirleri…Hani çok eskiden mahalle bakkalları, kırtasiye dükkanları, kıraathaneler, nalburlar filan vardı. Ne oldu onlara? Son 10 yılda acaba her şey çok mu farklılaştı ve gelişti? Tutunamadı mı küçük olanlar? Yok olmaya mahkum mu oldular?
Kuzguncuk’taki Harmony Galeri’de şu sıralar çok ilginç bir sergi var. Adı, ‘Buyursunlar efendim! Bir semtin esnafıyla yüzyüze’. Bu, bir belgesel fotoğraf sergisi. Serginin sponsoru Koç Holding. Fotoğrafları ise Hanna Rutishauser çekmiş. Sergide, 2009 ila 2011 yılları arasında çekilmiş Kuzguncuk semtinde dükkan sahibi, çalışan, kalfa, usta, satıcı, tezgahtar, ayakçı vs. olarak çalışan birçok insanın portresini görüyorsunuz.
Kuzguncuk, İstanbul’un ve Boğaz’ın bozulmamış son semtlerinden biri. Eski Kuzguncuklular aslında şu anki durumdan bile şikayetçi. Onlar semtin çok bozulduğunu düşünüyor. Hatta fazla Kuzguncuk reklamı da yapılsın istemiyorlar. Çok fazla dışarıdan insan geliyormuş, gittikçe çekilmez bir hal alıyormuş, Kuzguncuk yozlaşıyormuş, her taraf cafe olmuş vs. Belki de haklılar. İnsanların dokundukları her şeyi bozma eğilimi var çünkü. Dokunulmazsa, bilinmezse bozulamaz da…
Serginin esas amacı ise bir mahalledeki çalışma hayatı fotoğraflarla belgelemek ve arşivlemek. Ama bence fotoğrafçı gidişatın farkına varmış ve değişen ekonomik şartlar sebebiyle yakında bu insanların artık burada olmayabileceği gerçeğini düşünerek böyle bir çalışma yapmış. Esnaftan 90 kişi bu sergiye destek vermiş ve fotoğrafının çekilmesine izin vermiş. Fotoğraflar, oldukça güncel. Bugün Kuzguncuk’ta gezerken rastlayabileceğiniz yüzler. Bunun yanında proje süresince aramızdan ayrılanlar olmuş. Örneğin 2010’da vefat eden kırtasiyeci Ziya Amca’nın fotoğrafı hoş bir anı olarak asılı galerinin duvarında.
Fotoğraflarda, esnafı kendi ortamlarında ve doğal hallerinde görüyorsunuz. Kuzguncuk’ta geçen sene de, ‘Buyursunlar efendim!Kuzguncuk esnafı anlatıyor’ adlı bir proje yapılmıştı. Kuzguncuklu esnaf Kuzguncuk’la ilgili anılarını dinleyicilerle paylaşmıştı. Bu proje de onun görsel devamı niteliğinde. İster Kuzguncuklu olun, ister semti hiç bilmeyin fark etmez. Bence yolunuzu Harmony Galeri’ye düşürüp belgesel izler gibi bu sergiyi gezin. Kaybolmaya yüz tutmuş mahalle esnafı konseptini inceleyin. Kim bilir belki bir daha fırsat bulamazsınız. Sergi, 28 Ocak’a kadar izlenebilir.

17 Ocak 2012 Salı

Londra


Londra, benim rüya şehirlerimden biri. Şehre her gidişimde mutluluktan adeta gözlerim parlıyor. Hep derim zaten, havası bu kadar kötü olmasa dünya üzerinde yaşanacak en güzel yer. Eminim ki Londra’yı birçoğunuz gayet iyi tanıyorsunuz. O yüzden bu yazıda şehri tanıtmaktan çok yeme-içme ve eğlence üzerine önerilerimi yazmayı tercih ettim. Umarım keyifle okursunuz.

Sabah kahvaltısı nerde edilir?


Gran Caffe: Sabah kahvaltısı ya da brunch için Knightsbridge’de bulunan Gran Caffe’yi öneririm. Kesinlikle croissant’ları, Croque Monsieur ve Croque Madame’ı ve pastaları müthiş! Zaten Harrods’ın bitişiğinde yer alan Gran Caffe, caffe olarak hizmet vermesinin dışında başarılı bir pastane. Öyle ki birçok kişi düğün pastasını burada yaptırıyor. Taze sıkılmış portakal suyu ve kahve eşliğinde edeceğiniz kahvaltınız size tüm gün yetecek enerjiyi verecektir diye düşünüyorum.

Öğle yemeği nerde yenir?


Zafferano: Hala Londra’nın en ‘in’ İtalyan restaurant’larından biri. Michelin yıldızlı ve kalitesini bozmamış bir mekan. Öğlen menüsünde Bresaola’dan Insalata di Carciofi’ye, Linguine con Aragosta’dan Anatra Arrosto al Miele’ye kadar birçok lezzet var. Chocolate Fondant’ı da bir harika. Şık ve lezzetli bir öğle yemeği için tercih edilebilir.


Aubaine: Londra’nın birçok noktasında olan bir zincir. Ben alış-veriş arasında Selfridges’dekinde yemeyi seviyorum. Aubaine, Oxford Street üzerinde yer alan Selfridges’in 2. katında yer alıyor. Bizim Kichenette’lere benziyor. İnanılmaz güzel çeşit çeşit ev yapımı ekmekler getiriyorlar. Yemeği beklerken dayanamayıp yiyorsunuz tabii. Akdeniz Mutfağı’ndan lezzetler sunan restaurant’ın tatlıları inanılmaz. Brunch için de tercih edebileceğiniz bir yer.


Joe’s: Sloane Street’de bulunan Joseph mağazasının alt katında yer alan Joe’s benim favori öğle yemeği mekanlarımdan biridir. Zamanında çok popülerdi. Acayip şıklık olurdu. Şimdi biraz Araplar basmış ama yine de alış-veriş arası vermek için ideal. Club sandwich’i ve salataları harika. Siparişinize bir kadeh de rose şarap eklerseniz keyfinize diyecek yok.


Harrods Food Court: Ben öğle yemeği için Harrods’ın en alt katında bulunan büfelere bayılıyorum. Burası Harrods’ın yeme-içme bölümü. Hem birçok ürün satılıyor hem de pratik bir şekilde yemek işini halledebiliyorsunuz. Birçok seçeneğiniz var. Rotisserie’de dana, tavuk, kuzu, ördek ve daha birçok et çeşidini bulabilirsiniz. Sushi Bar’ın taze yapılmış sushi’lerinden atıştırabilirsiniz. Ya da Caviar House Oyster Bar’da bir kadeh şampanya eşliğinde havyar ve taze deniz mahsüllerinin tadını çıkarabilirsiniz. Bunların hiç birinde masa düzeni yok. Yemeğinizi bar sandalyelerinin üzerinde yiyorsunuz ama bence gayet keyifli.


Tom’s Kitchen: Ünlü şef Tom Aikens’ın Chelsea’de bulunan brasserie’si Tom’s Kitchen günün her saati dolu. Sabah, öğlen, akşam istediğiniz zaman gidip bir şeyler atıştırmak için çok uygun. Ben akşam gidecek daha iyi restaurant’lar olduğu için öğlen veya akşamüstü gitmenizi tavsiye ediyorum. Bu arada bildiğiniz üzere İstanbul Doors Group 2011 yılında başarılı bir girişimle Tom Aikens grubunu bünyesine kattı. Yani bu durumda Tom’s Kitchen’da yemek yemek herhangi bir Kichenette’de yemek yemekten pek farklı değil! Sonuçta aynı müesseseJ

İngilizlerin meşhur 5 çayına nereye gidilir?


Fortnum&Mason: Çocukluğumda annem beni çay saatine buraya götürürdü. O yüzden anılarımda güzel bir yeri var. Zaten Fortnum’un çayları ve kahveleri çok meşhur. Birbirinden güzel sandwich, cup cake, pasta ve kurabiyeler eşliğinde keyifle çayınızı içebileceğiniz bir yer. Kendinizi İngiliz filmlerinden birinin içinde hissedebilirsiniz. Fortnum&Mason’ın içinde The Parlour, The Gallery, The Fountain gibi çay saati için tercih edebileceğiniz birçok ayrı mekan mevcut. Seçim sizin. Ayrıca evinize götürmek üzere mağazanın özel yapım çay ve kahvelerinden de alabilirsiniz.


The Dorchester: Londra’nın tartışmasız en lüks ve iyi otellerinden biri. Belki de en iyisi.  Park Lane’de bulunan otel girer girmez sizi büyülüyor. Günün çeşitli saatlerinde, The Promenade ve The Spatisserie adlı mekanlarında çay servisi sunuyorlar. Bu arada ‘UK Tea Council’ diye bir organizasyon var. Kurul, yüksek standartta çay servisi yapılmasını teşvik etmek amacıyla ‘The Tea Guild’ adlı bir ödül yaratmış. Ödüle sahip yerleri de rehber bir kitapçıkta toplamışlar. Aynen Michelin yıldızı gibi. İşte The Dorchester’ın içindeki ‘The Promenade’ kalitesinden ödün vermeden, senelerdir üst üste bu ödülü alıyor. Burada yaşayacağınız çay saati deneyimi öyle sıradan bir şey değil. Çayın yanında size şampanya servisi de yapıyorlar. Harika finger sandwich’leri, quiche’leri, pastaları ve şimdiye kadar hiç denemediğiniz kadar çay seçenekleri mevcut. Tam bir İngiliz gibi hissetmek isterseniz çayınızı sütle için derimJ

Akşam yemeği nerede yenir?


Asia de Cuba: Favori Asia de Cuba’m, Los Angeles’taki ama Londra’dakinin de yeri ayrı. İsminden de tahmin ettiğiniz üzere Asya ve Küba mutfağının birleşiminden oluşmuş bir menüleri var. Füzyon mutfağının temsilcisi en iyi restaurant’lardan biri. Londra’daki Saint Martins Lane Hotel’in içinde bulunuyor. Otelin lobisi Philippe Stark tarafından dekore edilmiş. Girer girmez büyüleniyorsunuz. Lobide ilerleyince solda Asia de Cuba bulunuyor. Çok tatlı bir barı var. Aydınlık, cıvıl cıvıl bir mekan. Dekorasyon, kullanılan objeler, duvarlardaki fotoğraflar ilginizi çekiyor. Yemeği ortaya söyleyip paylaşmanız gerek. Daha fazla yemek deneyebilmek için yine kalabalık gitmenizde yarar var. Benim önerilerim şunlar: Calamari Salad ‘Asia de Cuba’, ‘Ropa Vieja’ of Duck, Beef Dumplings Two Ways, Asian Spiced Pork Spare Ribs, Miso Cured Black Cod, Grilled Strip Steak ve tabii ki Lobster Pad Thai. Side dish olarak da Shanghai Noddles Udon alabilirsiniz. Yanına da bir Chateauneuf du Pape açtırırsanız keyfinizi tamamlayacaktır. Aslına bakarsanız Asia de Cuba’da yemek deneyimi herkesin kişiselleştirmesi gereken bir şey. Çok farklı lezzetler keşfediyorsunuz. Bazıları hoşunuza gitmeyebilir. O yüzden çok fazla fikir beyan edemiyorum. Deneyin ve kendi favori menünüzü kendiniz yaratın derim.


Zuma: Çağdaş Japon mutfağının eşsiz lezzetlerini sunan Zuma London Knightsbridge’de bulunuyor. Restaurant’ın Tokyo’nun ünlü mimarlık ve tasarım ofisi ‘Super Potato’ tarafından yapılan dekorasyonu aynen Zuma İstanbul’a benziyor. Yemek öncesi içki keyfi yapmak isterseniz Sake Bar’da takılabiliyorsunuz. İster ana yemek salonunda ister sushi barda yemeğinizin tadını çıkarmanız mümkün. Ben kesinlikle Zuma’nın sushi’lerini, Black Cod’unu ve Spicy Beef Tenderloin’unu tavsiye ederim.


C London: Yani nam-ı diğer Cipriani. Ambiyansı müthiş, enerjisi çok yüksek. Gerçek bir İtalyan restaurant’ı. Cipriani İstanbul’un dekorasyonunun neredeyse aynısı. Bizimki buradan kopya edilmiş tabii ki. Bu konuda Venedik ve New York’taki Cipriani’lerden ayrışıyor. Restaurant’ın büyüklüğü bizimkinin iki katı. Ekipte tanıdık simalara rastlıyorsunuz. Kuruluş aşamasında bazıları İstanbul’da da görev almıştı. Arzu ederseniz sizi yine Bellini’yle karşılıyorlar. Yemekler her zamanki gibi müthiş. Ben Carpaccio’suna, Tagliolini con prosciutto cotto’suna, Osso Buco’suna ve Cotoletta alla Milanese’sine bayılıyorum. Kalabalık olmasına rağmen servis aksamıyor ve garsonlar oldukça ilgili. Müşteriler ise çok şık ve hoş gözüküyorlar. Küçük çaplı bir mücevher ve moda show’u izliyor gibisiniz. Kaliteli bir mekan olduğunu hissettiriyor. Etrafınıza bakınarak tüm gecenizi geçiriyorsunuz. Fiyat tabii ki İtalyan yemeği için biraz ‘tuzlu’ ama kaliteli bir yemek için değer bence. Mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. 


Hakkasan: Off, bizimki neden kapandı ki sanki? Bence dünya üzerinde en lezzetli ördek yapan restaurant’lardan biri. Londra’daki Hakkasan şehrin en kaliteli ve zengin bölgelerinden olan Mayfair’de bulunuyor. İçerisi oldukça karanlık. Ben restaurant’larda loş ışık pek sevmem aslında. İçime kasvet basıveriyor ve şarap uykumu getiriyor. Ama lezzetli yemek için her şeye değer. Hakkasan’ın uzunca bir barı var. Yemekten önce orada takılmak adeta bir ritüel. Daha sonra masanıza geçiyorsunuz. Restaurant localardan ve bölmelerden oluşuyor. Müşterilerin birbirini görebildiği geniş bir yemek salonu yok. Biraz izole yemek yiyorsunuz. Hatırlarsanız Hakkasan İstanbul’un tutmamasının en büyük sebeplerinden biri olarak Türk insanının restaurant’da bu kadar yüklü bir hesap ödüyorsa diğer müşterileri görme ve kendini gösterme isteği ve Hakkasan’ın bu talebi karşılamayışı gösterilmişti. Ama oldukça şık ve kaliteli bir restaurant olduğu kesin. Gelelim ne yenebileceğine. Mutlaka ve mutlaka ‘Peking Duck with Royal Beluga Caviar’ yenmeli! Ördeğin kendisi zaten başlı başına bir lezzet. Bir de derisini marshmallow üzerinde servis etmiyorlar mı eriyip bitiyorsunuz. Tabii bu yemeği yemek için 1 gün önceden ördek siparişi vermeniz gerekiyor. Rezervasyon yaptırırken bunu da söylemeyi unutmayın. Gerçi şanslıysanız fazladan ördekleri de bulunuyor ve siparişe gerek kalmıyor. Ama siz yine de riske atmayın derim. Bu arada menüde sesame prawn toast with foie gras, Alaskan Royal King crab, Australian lobster, Duke of Berkshire pork gibi eşsiz lezzetler de bulunuyor. Her şeyden biraz denemeniz için kalabalık bir grupla gitmenizi öneriyorum. Öyle daha keyifli oluyor!


Nobu: İşte İstanbul’a henüz gelmemiş bir restaurant zinciri yakaladık sonunda! Ama yakında açılacağını da duydum bu arada. Aman eksik kalmayalımJ Londra’daki tartışmasız en iyi Japon mutfağı diyebilirim. Old Park Lane’de bulunan Metropolitan Hotel’in içinde yer alıyor. Restaurant’ın ortakları arasında başarılı aktör Robert de Niro da var. Nobu da aynı Zuma gibi sadece döşenmiş bir restaurant. Dekorasyonda daha çok ahşap ve doğal taşlar kullanılmış. 150 kişilik oturma kapasitesi ve bir sushi bar’ı var. Oturduğunuz yerden de Hide Park’ın muhteşem manzarasını görüyorsunuz. Yemek konusunda önerilerim elbette ki sashimi ve sushi roll’lar. Zaten Nobu sushi’leriyle ünlü. Bunun dışında tartar severseniz Salmon Tartar with Caviar, Tuna Tataki with Ponzu, Black Cod with Miso ve Lobster Tempura with Creamy Wasabi önerilerim arasında. İyi bir şarap ya da (bana ağır geliyor ama) sake yemeğinizi tamamlamak için güzel olacaktır diye düşünüyorum. Menüde sake ile hazırlanmış birçok kokteyl de var. Bu arada Nobu, Michelin yıldızlı bir restaurant. Bence Londra’nın mutlaka görülmesi gereken mekanlarından. Şiddetle tavsiye ederim!


Suka: Londra’nın lüks otellerinden biri olan Sanderson Hotel’in içinde yer alan Suka, otantik Malezya mutfağının farklı lezzetlerini sunuyor. Suka’nın dekorasyonu Paris kökenli mimar ve tasarımcı India Mahdavi tarafından yapılmış. Hem Sanderson Hotel’in şık atmosferini yaşıyorsunuz hem de mekan size rahat bir akşam yemeği keyfi sunuyor. Malezyalı bir şefi var. Menüde Malezya sokak yemeklerinden zengin bir seçki bulacaksınız. Farklı bir yemek deneyimi için önerebileceğim yerlerden biri.


Benihana: Muhtemelen artık modası kalmadı ve ben de uzun senelerdir gitmiyorum ama yine de yazmadan geçemeyeceğim. Çünkü çocukluğumun güzel anıları arasındadır ailece ‘Benihana Akşamları’. Benihana Restaurant Zinciri ilk olarak 1964’te New York’ta hizmet vermeye başlıyor. O kadar eskiler yani! Restaurant’ın özelliği egzotik Japon mutfağını ‘Hibachi Grill’ denilen özel masalarda önünüzde pişirip servis etmeleri. Tabii ki bunu eğlenceli bir show haline getirmişler. O akşam size yemeğinizi hazırlayacak olan aşçınız önce gelip kendini tanıtıyor. Sonra et mi, tavuk mu, karides mi yemek istediğinizi soruyor. Daha sonra da gözünüzün önünde show yaparak yemeğinizi pişirmeye başlıyor. Buna ‘teppan-yaki’ stili deniyor. Siz U şeklinde grill’in etrafında oturuyorsunuz. Bence çok eğlenceli. Daha önce gitmediyseniz bir deneyin derim!


Sale e Pepe: Yine bir İtalyan. Hatta tam İtalyan! Kapıda sizi güler yüzle, iltifatlarla karşılıyorlar ve masanıza geçene kadar barda Bellini ikram ediyorlar. Masalar sık aralıklarla yerleştirilmiş. İçerde sürekli bir uğultu var. Belli bir yerden sonra kendi konuştuğunuzu duymadığınızı fark ediyorsunuz ve siz de bağırmaya başlıyorsunuz. Londra’da değil de Roma’daymışsınız hissi veriyor. Çalışanların hepsi İtalyan ve 30 senedir Knightsbridge’de hizmet veriyorlar. Pasta’ları, özellikle lobster’lı olanı muhteşem!

Gece Nerede Eğlenilir?


Cirque du Soir: Cirque du Soir, Londra’nın yeni gece kulüplerinden biri. Adından da anlayabileceğiniz gibi size bir ‘Cirque de Soleil’ eğlencesi sunuyorlar. Aslında bizim Cahide’ye benziyor. Londra’daki çoğu kulüp gibi yer altında. Merdivenlerden inerken show başlıyor. Köşe başında kostümüyle oturmuş bir kız keman çalarak sizi karşılıyor. Girer girmez vitrinlerin içinde yine ilginç kostümlü performansçıların show’unu görüyorsunuz. Masanıza geçtikten sonra da gecenin ilerleyen saatlerinde kulübün ortasındaki sahnede ve çeşitli yerlerinde gösteri ekip gösteri yapıyor. Striptizcilerden palyaçolara, cücelerden devlere her türlüsü var. Biraz ürkütücü bile diyebilirim. Bu arada kulüpte ‘Jumbo’ boy dedikleri (neredeyse benim boyumdaJ)vodka ve şampanya açtırmak çok ‘in’. Jumbo şampanyalar Star Wars müziği eşliğinde geliyor. Kulübün müdavimleri arasında Lady Gaga, Leonardo di Caprio, Usher, Black Eyed Peas gibi isimler var. Kulübün bir şubesi de Dubai’de bulunuyor.


Luxx: Burası da yine yer altı kulüplerden. Mayfair’de Cielo Restaurant’ın altında bulunuyor. İnce uzun, koridor gibi karanlık bir yer aslında ama butik hizmet veriyor. Dekorasyonunda LED ışıklar ve aynalar dikkati çekiyor. Cool ve posh bir kulüp. Yine burada da bir şampanya ve açtırma trend’i mevcut. Dünyaca ünlü birçok DJ’i ağırlıyorlar. Oldukça popüler. Kapısında uzun kuyruklar oluşuyor. Zaten buranın bir kulüp olduğunu da bu şekilde anlıyorsunuz. Sorun yaşamamanız için rezervasyonlu gitmenizde fayda var.